12 Şubat 2010 Cuma

Xtvk'nin Kendisi/ Xtvk'nin Gölgesi

George Perec'e saygıyla...


Çok zayıflamış, saçları uzamış, yorgun ve uykusuz görünüyordu. Sigarayı da ısrarla içiyordu. İmrendiriciydi içiş biçimi; ama ona uymadım. Yine hayatı bir oyun gibi yaşadığını anlatıyor ve bu defa yalnız gözleriyle değil diliyle de aslında onu ne kadar ciddiye alarak yaşadığını bana itiraf ediyordu. Fakat olmuyordu; yaşamı gereği gibi yaşayamadığını söyledi. Gereğinin ne olduğunu bilmediğini de ekledi. Bu haliyle bir arayış romanı kahramanına benziyordu. Çok çalışıyormuş, düşünmemek için. Hiç değişmediğini aslında onun hep böyle olduğunu hatırladım. O değil ben değişmiştim. Bir zamanlar ona iyimserliği olumlayıp dururdum. Şimdi giderek ona benzediğimi ve ona benzemekten kaçışımın olmadığını kalbimin derinliklerinde duydum. Beckhet’in “Aşksız İlişkiler” romanındaki ana kahramanı lisede nasıl yadsıdığım, otuzumda ise aynı kahramanı nasıl tanıdık ve anlaşılır bulduğum aklıma düştü. Onu az görüyorum. Fakat yılda belki birkaç kez gördüğüm arkadaşım Xtvk'nin giderek bir dosta dönüştüğünü anlıyordum. Demek ki süreç böyle işliyormuş. Arkadaşımızın yadsıdığımız hiçbir yanı kalmayıp, en sert insanlık halleri bile sıcak bir çikolata kıvamında göz hizamıza yayılıveriyorsa o artık dostumuz oluyormuş.

Onu kaç kahramana devşirdiğimi düşündüm. Kendime sorduğum bu soruyu çabucak yanıtladım. “İki kere. Evet tam iki kere yaptım bunu Xtvk!” dedim. Şaşkındı. “Sahi mi söylüyorsun? Gönder bana onları, okumak istiyorum!” dedi. Yüzünde muziplik ama bu işlerin hiç de umurunda olmadığı bir vurdumduymazlık  esiyordu. “ Sana güvenmiyorum. Okumazsın bile göndereceklerimi. O yüzden birini anlatacağım sana. Hemen şimdi, "dedim. Anlattığım kahramanın kendisine hiç benzemediğini düşündü belki, bilemiyorum. Zaten hiç önemli değildi. Eğer bir kurgunun içinde kişiliğini devşirdiğim biri varsa ya da bunu yaptığımı sonradan da olsa anlarsam gidip ona söyleme gereği duyardım. Bir tür vicdan azabıydı duyumsadığım galiba, belki de bir tür özür ya da teşekkür etme ihtiyacı. Başka yerlere bakarak dinledi beni. Dinlerken bir çizgi film kahramanı gibi elleriyle yüzünü ovuşturup durdu. Sanki ellerini yüzünden çektiğinde bambaşka bir yüzle çıkacaktı karşıma. Ama olmadı. Uzun süre yaptığı bu hareketin sonunda ellerini masanın üzerine bıraktı ve Xtvk aynı çukur yanakları ve küçük siyah gözleriyle karşımda belirdi. İçime bir kurt düştü! Ya bir gün gerçekten hep yaptığı bu numara tutarsa? Bir gün bambaşka biri yaparsa kendini? Mesela daha olgun, mevki meraklısı, akıl hocası ya da kendine hiç soru sormadığı için son derece kontrollü yaşayan biri? Düşüncesi bile korkunçtu.

Elinde hep küçük bir kitap olurdu Xtvk’nin. Bazen kalın bir tane. Haftalarca aynı kitapla gezdiği zamanları bilirdim. Kimsenin ne düşündüğünü önemsemez, bir kitabı bir türlü bitiremediği izlenimini çürütecek hiçbir şey yapmazdı. Ondan öğrenmiş olabilirim bazı kitapları telaşsızca bitirmeyi. Bir kitabı yavaş okumanın erdemli bir davranış olacağını birilerine öğütleyebilmemin sebebi de belki odur. Şimdi elinde bir kitap yoktu. Belki de soğuk havalarda yaptığı gibi montunun cebine koymuştur.

Bundan sonra ikimizin de yine çok yoğun olacağını ve bu yüzden kısa vadede görüşülebilecek tek günün bu gün olduğunu kararlaştırmıştık. Şimdi çok önemli şeyleri konuşmalıydık. Çoğu diğer insan gibi konuşacak önemli hayat gailelerimiz yoktu. Ya da  yeterince önemli bulmuyorduk onları. Başka birileri için oldukça trajik ya da komik olabilecek bir dolu ‘önemli’ yaşanmış şey vardı hayatımızda. Bunların hepsini atladık; başkalarına da anlatılabilirdik. Şimdi daha önemli şeyleri konuşmalıydık, sadece ikimiz için  önemli olabilecek şeyleri.

Yazmak için neyi beklediğini sordum. “Bilmiyorum.” dedi. Bu da onun için önemli değildi. Ben bu işe kafa yorduğum için benimle hep alay ederdi. Yıllardır yazdığını, ama kimselere okutmadığını oracıkta öğrendim; biraz anlattı. Öyle dudağının ucundan dökerek anlattı; telaşlı değildi benim gibi. Anlattıklarını fil kulağıyla dinliyordum. Çünkü anlatıcı solgun, puslu, kısık, yorgun bir sesi kullanıyordu, dikkatim dağılmamalıydı. Kalabalık caddenin gürültüsünde dalga dalga yayılan Xtvk’nin kurgu parçacıkları beni heyecanlandırdı. Çok ilginçti duyduklarım.  Onu daha sık görmek istediğimi düşündüm. Birden çok  kurgu kahramanına dönüşebilen üstelik kahraman yaratabilen çok kişi yoktu etrafımda.  Bu yersiz bir istekti. Asla sık görüşemeyecektik.  Biz kendi defterlerimizi kendi kendimize doldurup aklımıza düştüğünde buluşup birbirimize defterlerimizden alıntılar yaparak birkaç saat geçirecektik, hepsi bu.

Xtvk gitti. Ben onun gittiği yönün ters istikametindeki kalabalık bir caddeye yürüdüm. Her yanda arabalar ve onların korna sesleri, motor sesleri vardı. Güzel bir kalabalık değildi kulağımda çınlayan! Sonra benden başka kimsenin olmadığı bir kaldırımda yürüdüm. Ayak seslerimi dinledim. Usulca baharın geldiğini sezdim.

Xtvk şimdi çoktan gitmesi gereken yere gitmiş ve düşünmemek için çalışmaya başlamıştır bile. Eve yorgun dönecek ve belki tam da istediği biçimde, insan ruhunu karmakarışık eden yerli yersiz şeyleri ‘düşünmeden’ bir gün geçirmeyi başaracaktı. Bense eve vardığımda  o gün kendimi unutacak kadar çalışmayı bir kenara bırakıp insan ruhunu karmakarışık eden yerli yersiz şeyleri düşünmeyi seçecektim. Ne de olsa bir arkadaşlığı dostluğa çevirmiş, kendi ayak seslerimi genişçe bir kaldırımda duyabilmenin coşkusunu nefesimde taşımıştım.
Resim: Van Gogh "Terrasse-de Cafe"

KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...