11 Ağustos 2022 Perşembe

KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Tanzimat’la başlayan roman geleneneğimizde de bu durum değişmez. Tutkulu bir kadın olan Mahpeyker yerden yere vurulurken cariye Dilaşup arzulanan masum kadındır. Servet-i Fünun’un en iyi romanı sayılan Araba Sevdası’nda Bihruz Bey’i baştan çıkaran fettan Periveş Hanım’dır. Peki bundan sonra kadın karakterlerin görünme biçimine dair ne değişir? Maalesef çok az şey. Milli edebiyat ve Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında yazılan romanlarda da bu tutum böyle sürer gider. Yakup Kadri’nin Kiralık Konak romanında batılılaşma “müsriflik” ve “eğlenceli bir hayat”a indirgenerek kötülenir ve en müsrif kişi olmak görevi de Seniha adında bir genç kadına verilir. Şair Hakkı Celil, özgüveni eksik bir delikanlıdır ve Seniha’ya aşıktır. Gelgelelim Seniha yakışıklı, havalı ve eğlenceli Faik Bey’in peşindedir. Onunla birlikte olur ve bunu gizlemez. Annesi ve babası da zaten genç kadına karışmazlar. Seniha hakkında çıkan dedikodulara en çok üzülen dedesi Naim Efendi’dir. Dedikoducular Avrupa’da yaşamak isteyen Seniha’yı şöyle tanımlar: “Seniha, Madam Kraft gibi bir kadının elinde, oralarda ne olacak? Mutlaka fuhşa düşecek. Zaten son zamanlarda bir fahişeden ne farkı kalmıştı? O ne giyiniş, o ne sürme çekiş! Nasıl gülüş, nasıl yürüyüştü!” Faik Bey çapkının biridir ama Seniha tarafından terk edildiği için mağdur haline gelir. Seniha onunla evlenmek istememiş, günün birinde daha zengin ve güçlü bir adamla evlenmenin mantıklı olacağını düşünmüştür. Bu düşüncesi yadırganır; duygusuz ve iffetsiz olmakla suçlanır. Bu vurdumduymaz kız erkeklerin düşmanı haline gelecektir. Yakup Kadri, konağın tüm gelirinin harcanıp bitmesini Seniha’nın süsü püsü, gezip tozmasına bağlar. Ailenin dağılmasına, parasız kalınmasına, İstanbul sosyetesine rezil olunmasına tek neden henüz yirmi yaşındaki Seniha’nın çapkınlığı ve lükse düşkünlüğüdür. Bir de şöyle düşünemez miyiz? Dedesi Naim Efendi’nin Seniha’nıın elinde oyuncak olması doğru mudur? Gencecik bir kadına takıntılı aşk besleyen erkeklerin hiç günahı yok mudur? Erkek karakterlerin özgür ruhlu kadınları “fettan” ya da “duygusuz” gibi adlarla anmalarını psikolojik ve sosyolojik açıdan tartışılmaya değer buluyorum. Seniha her şeyiyle kendinden emin ve hayatına hiç kimseyi karıştırmak istemeyen bir kadın. Bir kadının ilişkilerini özgürce yaşamasını kabul etmek onun tarafından kullanılmayı gerektirmez. Böyle bir insan terk edilebilir, ondan uzak durulabilir. Fakat dizginlenemez bir kadın olduğu için ona düşmanlık beslenemez, bu haksızlıktır. Reddedilmek katlanılması ve atlatılması gereken bir duygudur. Oysa Hakkı Celil de Faik Bey de Seniha’nın dedesi Naim Efendi de Seniha’ya küser, içlenir ve onu kontrol altına almayı takıntı haline getirirler. Romanın sonunda Seniha’ya hiçbir şey olmaz ama Seniha’ya platonik aşk duyan Hakkı Celil savaşta ölür, Naim Efendi de damadı ve kızı lüks bir apartmana taşınınca konakta yapayalnız kalır. Namık Kemal’in Mahpeyker’i, Peyami Safa’nın Mualla’sı, Yakup Kadri’nin Seniha’sı ve daha nice özgür ruhlu kadın bu romanların yazarları tarafından açıkça yargılanırlar çünkü onlar tutkulu, hayatı seven, erkekleri bir otorite olarak saymayan kadınlardır. Neyse ki günümüz yazarları, romanlarında ve öykülerinde kadın karakterler yaratırken ince eleyip sık dokumakla kendilerini sorumlu hissediyorlar. Hatta kadın haklarına ve kadın dünyasına yakınlık duymayanlar romanlarında kadına yer vermemeyi daha güvenli buluyorlar. Yukarıda adı geçen romanlar okul sıralarında hala okutuluyor. Özgür kadınları özgür bırakan romanlara yer açmanın zamanı gelmedi mi?

3 Aralık 2020 Perşembe

Hamlet: Bana Düşmez Olaydı Dünyayı Düzeltmek















Harold Bloom, dünya edebiyatının en önemli yazarının Shakespeare olduğundan emindir. Başka bir yazara/şaire ait çok iyi bir metin okuduğumda onun yanılabileceği düşüncesine kapılıyorum. Gelgelelim bir Shakespeareoyununu ilk kez ya da yeniden okuyana kadar sürüyor bu tereddüttüm: Bloom haklı.  İyi de, neden ? Kristeva, yazınsal metinlerin çok anlamlılığının ve başka metinlerle ilişkili olmasının metnin değerine çok  katkı yaptığını söyler. Metinlerin anlamsal bakımdan işlevselliği artırdıkça kalıcılığı ve referans olma özelliği artar.  Shakespeare belki de üzerinde en çok konuşabildiğimiz yazardır. Söz gelimi imkansız aşk (Romeo ve Jüliet), vefasız evlatlar (Kral Lear), kıskançlık (Othello), ihanet (Julius Caesar)ve daha nice insanlık halinin yazınsal bağlamı en çok Shakespeare ile açıklanır.  
Hamlet, büyük günahlardan biri sayılan öldürmek üzerine kurulmuş bir yapıttır. Üstelik yalnızca öldürmenin günah oluşuyla değil bu eylemin bellekte yer edişiyle (vicdan azabı) ve sonuçlarıyla  (intikam) da ilgilenir. Temelde dinsel bir terimse de ‘zararlı iş’ anlamını kazanmış bir sözcüktür günah. Günah işlemek, işi yapanla birlikte bu işe şahit olan ya da buna alet olanlara da acı çektirebilir.
Hamlet, bir gece, kale burçlarında babasının hayaletiyle karşılaşır ve hayalet ona ‘bir cinayete kurban gittiğini’ söyler. Kral Hamlet, kardeşi Claudius tarafından zehirlenerek öldürülmüş ve böylece Claudius öldürdüğü kardeşinin yerine yeni kral olmuştur. Üstelik kardeşinin karısı olan Kraliçe Gertrude ile cinayetten iki ay sonra evlenmiştir. Oğul Hamlet, bu gerçeği öğrenince amcasından intikam almak üzere bir plan kurar. Aslında genç adam gerçeği öğrenmeden önce de rahatsızdır. Annesinin yas tutmayı bırakıp hemen evlenmesine içerlemiştir. Alelacele yapılan bu işi “Cenaze sofrasında sıcak yenen yemekler /Düğünde soğuk verildi (s. 15)” diyerek özetler. Kraliçe, belleğinden eski kocasını çoktan silmiştir. Oğlu Hamlet’e söylediği “Gözlerin hep böyle çevrilip yere/Toprakta aramasın değerli babanı. Her yaşayan ölür, sonsuzluk hepimizin sonu/Olağan bir şey bu (s. 12) sözleriyle maktulün yokluğuna ne kadar çabuk alıştığını, oğlunun da kendisine katılmasını ister. Bazen insan bir yanlışı yaptığında başkalarının onu çarçabuk onaylamasını ve böylece yanlışının üstünün örtbas edilmesini ister. Belli ki Kraliçe Gertrude belleğinde anılar tutmak yerine zamanını yeni başlangıçlar için kullanmaktadır. Yas, sevdiğimiz kişileri kaybettiğimizde belleğimizin onun yokluğunu yavaş yavaş kabullenmesi için gerekli ve sağlıklı bir süreçtir. Bu süreç uzun yıllara yayılırsa belki melankoli gibi rahatsızlıklara yol açabilir; fakat bu kadar kısa sürede yeni eşin kollarına atılmak pek çok kişiye gaddarlık gibi görünür. İşte Hamlet bu gaddarlığı karşısında annesini günahkâr bir kadın olarak ilan eder. 
Hamlet, amcasını yeni babası olarak görmeyecektir. “Yeğenden biraz fazla, oğuldan bir hayli az… (s. 12)”diyerek nereye koyacağını bilemediği yeni krala sempatisi hiç yoktur. Kardeşinin yasını tutmayışına hayret ettiği bu adama, amcasına, annesiyle evlendiği için de öfkelidir. Oysa Kral “Akla en uygun gelen şeydir babaların ölmesi (s.11)” sözleriyle ölümün akla yatkın olduğunu; bu yası uzatmanın Tanrı’ya karşı gelmek olacağını söyleyerek Hamlet’i yola getirmeyi umar. Ölüm doğaldır ve insanın ölümlü olduğu düşünülürse tabii ki akla yatkındır ancak bu, akıllıca olan şeylerin acı vermeyeceği anlamına gelmez. Öyle olsaydı aşkta reddedildiğimizde dünyaya küsmez, dostun ihanetinde sarsılmaz, kutsal saydığımız bir amaç için yola çıktıklarımız tarafından yalnız bırakıldığımızda düş kırıklığına uğramazdık. Oysa bunların hepsi yaşamda başa gelebilecek işlerdir. 
 
Öldürülen kralın hayaletinin duygu durumunun ‘saldırgan bir düş kırıklığı’ olarak adlandırabiliriz.  Biricik yaşamı elinden alınmış olan bu zavallı adam, katilinin cezalandırılmasını istemektedir. Bunu yapabilecek tek kişi ise oğlu Hamlet’tir. Hayalet, oğlunun intikam duygusunu diri tutmak için bir şey söyler ve bu söz Hamlet’in parolası olur: “Tanrı seninle olsun/ seninle olsun yüce Tanrı/Sen de unutma sakın beni! (s.32)”.
 
Malum, intikamın acelesi yoktur. Yeterince sabırlı olamayanlar ya da kin tutmayı bilmeyenler haksızlıkların hesabını da soramazlar.  Hamlet, gerçeği öğrenir öğrenmez koşa koşa gidip amcasını öldürmez, titiz bir plan yapar. İşine yarayacak kişileri de planına katarak (Horatio ve Marcellus), kendisine göre en uygun gördüğü zamanlamayla alır babasının intikamını. Ophelia’ya aşık, sanata düşkün bu genç adam, doğasına pek de uymayan bu zor görevi kendisine sık sık hatırlatmak zorunda kalmaktadır:  
 
“Bense ne yapıyorum ben?/ Ben uyuşuk, ben pısırık, aşağılık herif,/Bulutlarda sürtüyor, dalga geçiyorum,/Ne yapacağımı bilmeden, ağzımı açmadan, açamadan./Oysa koca bir kral var ortada,/Tacına tahtına, güzelim canına/Kahpece, kalleşçe kıyılmış bir kral!/Korkağın biri miyim yoksa ben?/Alçak diyen yok mu bana?/Bir tepeleyen yok mu beni? (s. 66)”.
 
Başarılı bir asker olsa da intikam hırsına düşmek ve entrika çevirmek aslında Hamlet’e göre değildir: “Çığırından çıkmış bir zaman bu. Ey kör talihim benim! Bana düşmez olaydı dünyayı düzeltmek (s. 37)”.  Sinsi planlar yerine dürüstçe kendini anlatmayı seçenler, entrika kurmayı küçültücü bulurlar. Oysa bazen insan, doğasına uymayan eylemleri başkaları uğruna yapar. Kendileri için değil ama çocuklarının geçimi için patronun zulmüne eyvallah diyen kadınlar ve erkekler de öyle değil midir? Bir yanlışa yol açmamak ya da bir yanlışı gidermek için başka bir yanlışı daha yapmak zorunda olmak trajedi değil de nedir?
 
Hamlet bir gece yarısı annesine gerçekleri anlatır. Amcasıyla kısa sürede evlendiği için onu suçlar, aşağılar. Kral Claudius’un eski kocasını öldürdüğünü öğrenen Kraliçe Gertrude, utanç içindedir. Kraliçe böyle bir günaha alet oluşuna hayret eder. “İçimin derinlerine çevirdin gözlerimi,/Öyle kara, öyle yoğun lekeler var ki içimde/Silinir, yıkanır gibi değil (s.101)” diyerek Hamlet’in intikam planına dâhil olur. Kocasının yasını tutmadan onun kardeşiyle aynı yatağı paylaşmış olma düşüncesi ilk defa ona büyük bir günah gibi görünür; çünkü ardında bir cinayet gizlidir. Yanlış kişilere güvendiğimizi anladığımızda, büyük bir yanlışa başkaları yüzünden sürüklendiğimizi gördüğümüzde yaşadığımız hayret, umutsuzluk ve sarsıntının tarifi yoktur. Suça ortak olmak, suçu sorgulamamak, yalnız kendi rahatını düşündüğü için başkalarının hakkının gasp edilmesine rıza göstermek de en az suçu işleyen kişi kadar bizi de suçlu kılmaz mı? Güçlü kişilerin gölgesinde rahat yaşamak isteyenler, bazen gücün yarattığı adaletsizliklere de göz yummaları gerektiğini bilirler mi?
 
Nasrettin Hoca’nın sorduğu ‘Hırsızın hiç mi suçu yok?’ sorusuna yanıt aramak için katil kral Claudius’a bakalım. Onun işlediği günah ona rahat vermiş midir? Bir süreliğine yeni kral mutlu mesut yaşamıştır elbette sarayında. Ancak ne zaman ki yeğeni Hamlet’in cinayeti öğrendiğini anlar, günü gecesine karışmaya başlar. Bir insan bile bile yanlış bir iş yapar mı? Bunu kendine nasıl anlatır? Kant’ın ahlak yasasında, insanın özünde neyin doğru neyin yanlış olduğunun bilindiği iddiası vardır. Peki, bir insan yanlış yaptığını ne zaman anlar? Bu fark ediş; bellekte kayıtlı olan günah anısının, eyleyenin yeni bilgi ve deneyimler doğrultusunda bu anıyı yeniden değerlendirmesiyle gerçekleşir. Bir zamanlar ebeveynlerine kötü davranan bir genç, olgunlaştıkça geçmişte onlara yanlış yaptığını düşünebilir. Hemlet’in planının bel kemiğini oluşturan ve işlenen cinayetin pantomim olarak sergilendiği tiyatro oyunundan (Gonzago’nun Katli) sonra Claudius kendini dışarıdan görme fırsatına erişir. Orayı terk ederek odasında Tanrı’yla hesaplaşır. Bu müthiş tirat neredeyse göz yaşartıcıdır:
 
“Ah, bir leş benim suçum, gökleri tutuyor kokusu;/En eski lânet, ilk kardeş kanı var içinde./Dua edemiyorum, ne kadar istesem de,/Günahım ağır basıyor dua isteğimden./İki işten birini seçemez olunca/İkisini de yüzüstü bırakanlar gibiyim./Nedir bu? Şu kırılası ellerin üstünde/Kardeş kanı bir parmak kalınlığında da olsa,/Hiç bir yağmur, hiç bir rahmeti göklerin/Yıkayamaz mı, bembeyaz edemez mi bu elleri?/Rahmet neye yarar bir suç olmazsa silinecek?/İnsan iki şey beklemez mi dualarından:/Günah işlememek, işleyince de bağışlanmak./Kaldır öyleyse başını: Bir günahtır işlemişsin./Kaldır, ama hangi duaya sığar senin yaptığın?/Bağışla bu korkunç suçumu, diyebilir miyim?/Diyemem, çünkü bende, elimde duruyor hâlâ./Uğrunda kardeşimi öldürdüğüm şeyler:/Tacım, krallığım ve kraliçem./Nasıl bağışlanır suçunu başında taşıyan?/Çamurlu, pis yollarında bu dünyanın/Altın dolu eller adaleti yanıltabilir;/Kanunları satın aldığı çok görülmüştür/Cinayet kanlarına bulanmış kazançların./Ama yukarda, alavere dalavere yok yukarda,/Ne yaptıysan tıpatıp onu bulursun yukarda./Orda tepeden tırnağa, bütün suçlarımızı/Ortaya dökmek zorundayız./Ne yapmalı öyleyse? Ne kalıyor yapılacak?/Suçluyum demek, diyebilmek, evet, büyük şey bu,/Ama günah çıkarmak neye yarar,/Pişman olmaz, yaptığından dönmezse insan?/Ah, iğrenç kaderim, ölümden karanlık kaderim benim!/Çamurlara batmış zavallı ruhum benim,/Çırpındıkça batan, battıkça çırpınan ruhum!/Melekler, kurtarın, kurtarmaya çalışın beni!/Bükülün, bükülmek bilmeyen dizlerim!/Siz de, ey çelik telleri katı yüreğimin,/Yumuşamayın yeni doğmuş çocuğun sinirleri gibi./Kim bilir, bir şeyler değişir belki (s. 95-96)”.
 
Shakespeare’in yazarlığı mı şairliği mi ne derseniz deyin, Claudius’un vicdan azabını yansıtan bu dizeler bizi tam kalbimizden vurmuyor mu? Bu tirat gözümüzde onu bir caniden çok zavallı günahkâra çevirmiyor mu? Şu sözlerden günahı işleyenin hatasını anladığında dünyanın başına nasıl da birden yıkılıverdiğini anlayabiliyoruz. Anlamak acı, cehalet mutluluk verir. Düşünen insan, belleğindekileri yeni öğrenmelerle gözden geçirmek marifetiyle yaşam boyu kendiyle hesaplaşır. Belleğindekileri yalnız kin tutmak için tutanlar ise yaptıklarının yanlış olduğunu bile düşünmezler. Claudius bir tiyatro oyunuyla ‘anla’mıştı hatasını. Belki sanatsız kalan kötülerin, anlama konusunda şansı hiç olmayacaktır. İşte bu yüzden Hamlet gibiler çıkacaktır ortaya. Sanatla, bilgiyle, felsefeyle dönüştüreceklerdir insanları; değiştireceklerdir dünyayı. 
 
Dostoyevski’nin Raskolnikov’u canice yaşlı iki kadını baltayla öldürmüş; Sonya ile tanışınca da bu yaptığının yanlış olduğuna ikna olmuş ve suçunu polise itiraf etmişti.  Pişman olan Raskolnikov’u böylece affetmiştik, içimizde tümüyle sönmeyen bir sızıyla. Oysa Camus’nün Yabancı’sındaki Mersault bazılarımızın hep sinirini bozdu. Bu ruhsuz adam, hangi felsefi iddialarla donatılarak yaratılmış olsa da yaptıklarından pişmanlık duymadığı için gözümüzde sevimsizliğini korudu. Yanlışını gören insanın vicdan azabı yaşayacağını, bellektekilerin yeniden değerlendirilmesiyle suç işleyenin acı çekeceğine yönelik izlenimler bırakan edebiyat yapıtları toplum sağlığına iyi gelir demek herhalde yanlış olmaz. Edebiyat bizi arındırır; yanlıştan alıkoyar. Bazılarımıza da güç verir edebiyat. Kendimiz için yapamayacağımız fedakârlıkları ya da gözü karalıkları başkaları için yapmayı düşündürür. Evet, belki bugün bir cinayetin bedelini gidip katili öldürmekte aramıyoruz; ama suç işleyenlerin cezalandırılmasını ve başkalarının bu suça özendirilmemesini sağlayıcı önlemler alınması için mücadeleler veriyoruz.  Toplumda işlenen günahlara ortak olan, ses çıkarmayan insanın halini Shakespeare, unutulmaz Hamlet tiradıyla nasıl da gösteriyor:
 
“Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu! /Düşüncemizin katlanması mı güzel, /Zalim kaderin yumruklarına, oklarına, /Yoksa diretip bela denizlerine karşı /Dur, yeter! demesi mi? /Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız /Bitebilir bütün acıları yüreğin, /Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun. /Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü! /Çünkü o ölüm uykularında, /Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından, /Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu. /Bu düşüncedir uzun yaşamayı cehennem eden. /Kim dayanabilir zamanın kırbacına? /Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine, /Sevgisinin kepaze edilmesine, /Kanunların bu kadar yavaş  /Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine. /Kötülere kul olmasına iyi insanın /Bir bıçak saplayıp/göğsüne kurtulmak varken? /Kim ister bütün bunlara katlanmak /Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek. /Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa, /O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya /Ürkütmese yüreğini? /Bilmediğimiz belalara atılmaktansa /Çektiklerine razı etmese insanı? /Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: /Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor /Yürekten gelenin doğal rengini. /Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar /Yollarını değiştirip bu yüzden, /Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar (s.70)”
 
İnsan yanlış yaparak büyüyor. Çocukluğumuz, gençliğimiz, yetişkinlik çağımız kendimize, başkalarına yaptığımız hatalarla dolu. Kendimizden başkasını düşünmediğimiz anlar, yanlış olduğunu bildiğimiz halde ses çıkaramadıklarımız, doğru söylediğini bildiğimiz halde yalnız bıraktıklarımız, istemediğimiz şeyleri korkudan yapmalarımız… Günahımız çok. Kimse Claudius, Gertrude olmak istemez. Pekiyi, Hamlet olmak kolay mı? Tek başına ve sabırla ayakta kalmak ve onurluca ölmek… Shakespeare beş yüz yıl önce, belleği günahlardan arındırmak değil bellekteki günahlarla yüzleşmenin onurunu anlatmıştır Hamlet'le. 

Not: Üstteki fotoğraf, Londra’da National Live Theatre’da sahnelenen ve kapalı gişe oynayan "Hamlet"ten bir  kesit. Muhteşem performansıyla Benedict Cumberbatch, Hamlet'i oynuyor. 

Not: Bu yazı, 2019'da altZine Sonbahar 2019 "Hafıza-Günah" sayısında yayımlanmıştır. 
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

28 Kasım 2020 Cumartesi

AŞK MI ÖZGÜRLÜK MÜ DAHA GÜZEL? AYLA KUTLU/HOŞÇA KAL UMUT

Bu yazı daha önce Roman Kahramanları dergisinin 2020/42. sayısında yayımlanmıştır. 

 Tamar Kvesitadze: Man and Woman (Kinestetik Heykel-Gürcistan-Batum) 


Aşk, olumsuz koşulların geçmesini beklemez, ansızın çıkıp gelebilir. Zorlukların ürettiği aşk genellikle trajik bir öykü halinde yaşanır ve biter. Bu yüzden, çoğu kez sanatsal bir düzlemde anlamak istediğimiz aşkın niteliğini bazen sosyal psikoloji ve tarihsel koşullarla açıklamak zorunda kalabiliriz. Bu yazıda, Ayla Kutlu’nun Hoşça Kal Umut romanını da işte bu açıdan yorumlayacağız. 


12 Eylül 1980 Darbesi ve ardından yaşanan yıllar, Türkiye’de düş kırıklıkları sağanağı altında geçmiştir. Hakikatin peşinde olan roman, bu döneme kayıtsız kalmamıştır. Bu dönemin etkilerini, romanlardan anlamak mümkündür. Aşk umut ister ama 1980’leri anlatan romanlarda bu umudu bulmak kolay değil. Ne de olsa bu yıllarda, çok sayıda insanın ümitleri, kişisel yaşamlarını etkileyecek kadar tükenmiştir. Edebiyatımız da bu iklimden payına düşeni almıştır. Ne Adalet Ağaoğlu’nun “Hayır”ı ne Bilge Karasu’nun “Gece”si ne de Orhan Pamuk Sessiz Ev’i yüreklerimize su serper. Bu romanların iklimi puslu, hüzünlü ve endişe vericidir. 

1980 Türkiye’sini anlatan sembolik yapıtlardan biri Ayla Kutlu’nun “Hoşça Kal Umut” romanıdır. İyi eğitimli, varlıklı bir kadın olan Aygüz’ün kendinden on yaş küçük devrimci bir genç adama, Oruç’a duyduğu aşkı anlatıyor bu roman. 1971 olayları sırasında, on dokuz yaşındayken müebbet hapse mahkûm edilmiş olan Oruç, sekiz yıl cezaevinde yattıktan sonra infaz yasasından yararlanarak hapisten çıkıyor. Kurumlar arasında çıkan yorum farkı sonucu, mahkumların cezaevlerine geri alınmaları için yakalama kararı çıkarılıyor. Dışarıdaki yaşama alışmaya başlayan Oruç cezaevine dönmek istemiyor. Üstelik o, yaşamak için kendine yeni bir umut bulmuştur: Aygüz. Cezaevinden çıktıktan sonra Aygüz’le aralarında başlayan aşk ilişkisi onu hem korkutur hem onun tek sığınağı olur.

Aygüz’le yolları kesişmeden önce Oruç, ilkin ailesine ve sonra arkadaşlarına gider. Ailesiyle yollarının çoktan ayrıldığını hemen anlar; evdekiler ona saygı duyarlar ama onu anlayamayacak kadar geleneksel bir hayata bağlanmışlardır. Hapisteyken edindiği bazı alışkanlıklar, değişen yaşam koşullarına uyum sağlayamayışı da fakülteden arkadaşlarının Oruç’tan uzaklaşmasına yol açar. Üstelik arkadaşları için sanki o, çoktan arkalarında bıraktıkları bir tarihin beklenmedik misafiri gibidir.  Onu acımasızca eleştirirler, hatta onunla alay ederler. Yirmi yedi yaşındaki Oruç, bir süre için bu hoyrat davranışlara katlanır; çünkü her şeyden önce birilerine başından geçenleri durmaksızın anlatma ihtiyacı içindedir. Ev arkadaşları onu dinlemekten sıkılır. Anlattıklarını dinleyecek yeni birilerini bulmak zorundadır.

Üniversite yıllarından hayal meyal hatırladığı Aygüz’e uğramasıyla Oruç, kendini dinleyecek birini sonunda bulduğunu anlar. Üstelik böylece, beklenmedik bir aşk macerasının içine düşmüş olur. Bundan sonra artık romanın odağı yalnız Oruç’a değil, hayat acemisi olan bu adama âşık bir kadına da yönelir. Aygüz, Ankara’da iyi eğitimli bir iç mimardır. Varlıklı, sanatsever, hiçbir ideolojiye bağlı olmayan, evlenmemiş, kırklarında, güzel bir kadındır. Onun durumundaki bir kadının Oruç’a ilgi duyması beklenir bir şey değildir. Zaten ilişkileri toplum önünde de kabul görmeyecektir. Siyasal nedenlerle Oruç, Aygüz’e yasak edilmek istenir. Böylece, dönem ve koşul gözetmeyen aşk, bir sorun yumağı ve aynı zamanda bir umut olarak önümüze serilir.

Oruç ile Aygüz, sabahlara kadar konuşurlar. Bu ikilinin söyleşilerinden, iki farklı dünya yorumu, iki farklı toplum algısı çarpışıp durur. Oruç, devrimci ve kötümser; Aygüz konformist ve iyimser. Ayrıca, ikisinin de yaşadığı çevreden devşirdiği geleneksel izleri var. Örneğin, Aygüz âşık olduğunu anlar anlamaz evlilik hayalleri kuruyor. Oruç ise onu eski sevgililerinden kıskanıyor. İkili arasında gerilimler doğuyor. Genç adam, yeniden hapse girmeye korktuğundan Aygüz’e hiçbir şey için söz veremeyeceğini söylerken sevgilisinin kalbini kırıyor.  Aygüz onun için her şeyi feda edebileceğini ima ederken Oruç taş kesiliyor. Yalnızlıktan sıkılmış ama kimseye ihtiyacı olmayan güçlü bir kadınla geleceği belirsiz ve tedirgin bir genç adam arasındaki ilişki, roman boyunca iniş çıkışlarla sürüyor. 


Aygüz’ün Oruç’a aşık olduğunu söyleyebilsek de tersini söylememiz aslında çok zor. Sığınacak başka bir yeri olmayan Oruç, sevdiği kadında güveni, ilgiyi ve koşulsuz sevilmeyi buluyor. Öte yandan Aygüz onu nedensiz seviyor. Tıpkı Descartes’ın söylediği gibi: Aşk, sebebi olan öznenin iyi ya da kötü olduğunu hiçbir şekilde algılamaksızın içimizde doğabilecek bir tutkudur.  Oruç’a âşık olduğundan içi kıpır kıpır oluyor, heyecandan ve mutluktan gözleri doluyor. Bu açıdan Aygüz’ün aşkı Spinoza’nın tarifine de uyuyor: Aşk, dışsal bir nedenin eşlik ettiği sevinçten başka bir şey değildir. 

Peki biz niçin Oruç’un Aygüz’e âşık olduğunu hiç anlamıyoruz? Ayla Kutlu, aşkın özgürlükle bir ilgisi olduğunu, özgürlüğünü kaybedenlerin onu tekrar elde edene dek aşkta bağlanma sorunları yaşayacaklarını ima ediyor olabilir mi?

Dükkanlar, kitapçılar, siyasal nedenlerle Oruç’un gelip gitmesinden tedirgin oluyorlar. Kimse başına bir bela almak istemiyor. Eş dost aracılığıyla büfede zar zor bir iş bulsa da aynı gerekçelerle alelacele işten çıkarılıyor. Engellerle başa çıkmaya çalışan onurlu bir genç adam olarak Oruç’un sevgilisine aşkını açıkça gösterdiği bir sahneye belki de bu dertler yüzünden rastlamıyoruz. Bu sevgiyi sezebiliyor, olsa olsa yakıştırıyoruz. Oruç’un aşka varıncaya dek çok daha hayati bazı sorunları var: Özgür olmak, iş bulmak, güvenli bir yaşam kurmak…

Schopenhauer aşkı “türü sürdürmek için bir tuzak” olarak niteleyerek onu tensel olana ve içgüdüye indirger. Bu bakış, edebiyat metinlerini yorumlarken yeterince işlevsel bir bakış açısı sunmasa gerektir. Edebiyat metinleri aşkı, çok daha derin birtakım insanlık durumlarını betimlemek için kurgular. Romanın ana karakterlerinden Aygüz sevgilisiyle evlenip çocuk sahibi olmayı düşlese de aşkının tek gerekçesi çoğalmak değildir. O hem bir başkasını kollayıp gözetmeyi hem de biri tarafından sevilip değer görmeyi arzular. 
Rubin 1970’lerde aşkın, sosyal psikolojideki karşılığını üç aşamada sınamayı önerir: a- Kişinin kendi iyilik ve mutluluk ihtiyaçlarını karşılamak için bir başkasına bağlanma ihtiyacı b- Bir başkası için endişelenerek kendi kendine yetme ve ilişkiyi sürdürme taahhüdü c- Başkalarına karşı ayrıcalıklı hissetme arzusu. Bunlardan birinin eksikliğinin aşkı kusurlu kılacağı varsayılırsa Aygüz ideal, Oruç kusurlu bir aşıktır. 

 “Bağlanma” aşamasında bile Oruç geri düşer. Günün birinde cezaevine geri döneceğini sezdiğinden hiçbir söz vermek istemez, kendisi bile bu aşkın geleceğine ilişkin bir düş kurmaz. Aygüz ise Oruç’la yalnızlığına bir son verebileceğine, yıllardır aradığı mutluluğu sevgilisiyle yakalayabileceğine inanır. “Bir başkası için endişelenme” bakımından Oruç neredeyse kördür. Aygüz’ün ona olan ihtiyacının farkında bile değildir. Kendi derdine düşmüş olan bu adamın özgüveni yüksek, hoş bir kadın için endişelenecek bir şeyi doğrusu yoktur. Oysa Aygüz, onun bir işi, bir geleceği, güvenli bir yaşamı olsun diye elinden geleni yapmak ister. Ne yazık ki bu aşk Oruç’un kendini “ayrıcalıklı hissetme”sini de sağlamaz. O hep tetiktedir ve sevgilisini başkalarından saklanarak sever. Öte yandan Aygüz, tüm eleştirilere, uyarılara rağmen Oruç’la yan yana durur. Siyasi suçlu olması, kendinden yaşça küçük olması gibi nedenler, ondan utanmak şöyle dursun ona büsbütün şefkat duymasını sağlar. Onun tüm acılarını dindirmek, hiçbir karşılık görmeyeceğini bile bile onun için kendini feda etmek ister. 

Aşk üzerine düşünen Steinberg ideal aşkı üç sözcükle özetler: samimiyet, tutku ve bağlılık. Bunların herhangi birinin eksik olmasının aşkı romantik, takıntılı, zayıf vs. kılabildiğini söylüyor. Yani aşk hastalıklı da iyileştirici de olabilir. Hoşça Kal Umut’un odağındaki aşk ilişkisi, takıntı ya da histeri gibi etkilerle yıpratılmış görünmüyor. Yalnızca Oruç’un örselenmiş kişiliği ve hapishane hayatının izleri nedeniyle bu aşk hakkıyla yaşanamamış, yarım kalmıştır. Aygüz, Oruç’a içtenlikle bağlanmıştır. Merhametle, gururla, merakla izlediği Oruç’un kafasında ise sürekli gelecek endişesi vardır. Gencecik yaşında kapanıp kaldığı hapishane hayatına geri dönme tehdidiyle burun burunadır. Oysa yaşamdan beklediği şey kendi ayakları üzerinde duran bir insan olmayı başarmaktır. Fakülteyi bitirmek, işe girmek, ailesine destek olmak ister. Ne yazık ki insanlar ona bu şansı vermeyecektir. Aygüz’ün maddi desteğiyle kurulacak bir iş onun gurunu inciteceğinden, kabul etmez. Öte yandan sevgilisine karşı tutkuları olsa da bunu söylemek, belli etmek yerine içinde taşımayı yeğler. Sevgi dolu sözler söylerse zayıf görünmekten ve bir gün yeniden hapse girerse bu aşkın ona daha büyük bir acı vermesinden korkar. Bu zor denklem karşısında, kim olsa zorlanmaz mı? Aygüz bu aşkı üstlenir. Oruç’u anlar, affeder ve tüm olanaksızlıkları sineye çeker. Büyük bir aşkı yalnız başına yaşar gibidir. Savruluşu, toparlanışı, yeniden dağılışı ve nihayet yok oluşu yüreğimizi kedere boğar. 

Oruç’un kördüğüm olmuş yaşamı, Aygüz kadar okuru da çaresiz bırakıyor. Onun korkuları, dargınlıkları, öfkeleri ve yılgınlıklarıyla tanışmak sarsıcı bir yüzleşmeye yol açıyor. Hem onu anlıyoruz hem de Aygüz’e yeterince yakınlık ve bağlılık duymuyor diye ona güceniyoruz. Ayla Kutlu, Oruç’un yalnızlığını, okuru bile ona yabancılaştırarak öylesine somutlaştırıyor ki böylelikle o dönemin genç kuşağının psikolojik olarak nasıl bir yalnızlığa maruz kaldığını sezebiliyoruz. Anlaşılmayan, istenmeyen, itilen, korkulan gençler… Hapse düşmüş, işkence görmüş gençler, özgürce bir yaşam kurmayı maalesef ertelemişlerdir. Kopan aile bağları, yarım kalan okullar, boğazda düğümlenen düşler, geride kalan ve ne yapacağını bilemeyen aileler, sevgililer ertelenen bu yaşamların koyu gölgeleri olmuştur…

 İyilik dolu duygular barışçıl bir toplumda dallanıp budaklanır. Korku, endişe ve yasaklamalar ekseninde yaşanan tüm güzel duygular buruk yaşamaktan kurtulamazlar. Tıpkı Oruç ve Aygüz aşkının başına gelenler gibi… 1980 dönemi romanları, şarkıları, şiirleri, filmleri ve onların içerdiği aşklar işte bu yüzden hep bir hayli kırık, eksik, yetim ve öksüzdürler. 

11 Kasım 2020 Çarşamba

MİKADO'NUN ÇÖPLERİ’NDE “ÖTEKİ” KAYNAKLI VAROLUŞSAL SUÇLULUĞUN KAYITLARI


Bu yazı, Ekim 2020 Varlık Dergisi'nde yayımlanmıştır. 

Franck Vidal/ Le regard des autres

Ormanda dolaşırken Kral Midas, Silenos’a “İnsan için iyi olan nedir?” diye sorunca Silenos “Var olmamak, varsa hemen ölmek.” der. Varoluş öylesine zor bir ödevdir ki insan ondan kaçmaya hep çok yakındır. 

Romanlar, öyküler, tiyatrolar varoluş sancılarını betimlemek için iyi birer laboratuvardır. Kendimizi kurarken ayağımıza takılan taşların, bize karşı duranların önünde nasıl da dimdik durmayı öğrendiğimizin anlatısı kuşkusuz çok etkileyicidir. Sartre, Woolf, Faulkner, Joyce gibi yazarların kimi karakterleri kendi kararlarını verme noktasında enikonu bir sorgulamadan geçerek benliklerini fark ederler. Yaşamdan vazgeçmek yerine onu yeniden yorumlayıp özgün biçimde yaşamaya niyet ederler. Mathieu Delarue (Özgürlüğün Yolları), Mrs. Dalloway, Addie Bundren (Döşeğimde Ölürken), Stephen Dedalus (Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi) gibi unutulmaz varoluşçu karakterlerden söz ediyorum. 

Edebiyatta varoluş mücadelesinde yenik düşenler de vardır. Kendi olamayan, kimliği ile eylemleri örtüşmeyen yenik insanlar. Onlara ne olur? Melih Cevdet Anday’ın Mikado’nun Çöpleri’nde buna bir yanıt vardır: Bu oyundaki erkek, kadına “Kendimizi var edemediğimiz için yok ediyoruz.” der. Bu söz, varoluşsal suçluluğun bize neler yapabileceğini gösterir ve hatta varoluşun bir seçim değil ödev olabileceğini düşündürür. 

Kucağında çocuğuyla sokakta kalmış bir kadını, sığınması için kendi evine davet eden bir erkeğin öyküsünü anlatır Mikado’nun Çöpleri.  İki kişilik bu oyunun karakterlerinin özgün adları yoktur. Onlar yalnız Kadın ve Erkek’tir yani herhangi birimizi temsil edebilirler. Bütün gece iki farklı hayat, iki farklı insan çarpışıp duracaktır. Onlar, başkalarının belirlediği hayatı yaşamış, karar vericilerine karşı duramayıp yaşama ve insanlara güvenlerini yitirmiş insanlardır. Geçmişlerinde pek çoğumuzda görülebilecek travmalar, terk edilişler, boyun eğişler vardır. Kadın ve Erkeksabaha kadar başka kimseye söyleyemedikleri sırları itiraf ederler. Bu sırlar ya bir suçu ya da haksızlığa uğramayı işaretler.

Varoluşsal suçluluk kendinden memnun olmama, dünyayı ve insanları yadırgama, düşündüğü ile yaşadığının çelişkisi arasında açmaza girmeyle başlar. Oyun, başkasının gölgesinde yaşamaktan asla hoşnut olunamayacağını anlatır. Hayatta iddiası olmayanlar bile yaşamlarının kontrolünü ellerinden kaçırdıklarında öfkeye kapılır, küser, yıkılır hatta ne yazık ki intihar ederler. Bize ait olmayan ömür yaşanası değil, eziyettir. Öyleyse yaşamın bize verdiği “varolma ödevi”ni yerine getirememiş olmanın suçluluğundan kaçmak olanaksız görünüyor. “Hep başkaları için yaşadım, nasıl da hata etmişim,” özeleştirisi modern insanın yazgısına dönüşmüş olabilir. 

Dilbilimde varlıkları +insan (artı insan), -insan, (eksi insan) +canlı (artı canlı) ve -canlı (eksi canlı) diye kodlarız. +İnsan dışındaki tüm biçimlerin dünyadaki varoluşları ile özleri iç içedir. En azından insan, kendi türünün dışındakileri böyle kavrıyor. Bulantı’daki taş örneğini hatırlayalım. Taşın varoluşu ile özü arasında bir çelişki yoktur. Bir taşın doğadaki işleviyle hammaddesi arasında örtüşme söz konusudur. Oysa +insan yaşadıkça, deneyimledikçe, düşündükçe varoluşunu kurar ve özünü oluşturur. Öldüğümüzde varoluş sürecimizi sona erdiririz. Yaşama biçimimiz benliğimizle örtüşmediğinde kendimizi bu dünyada kurban gibi görür, kendimize karşı suçluluk duyarız. 

Varoluş maceramızın en büyük engeli de en somut aracısı da “öteki”dir. Bize engel olan öteki ile bize ayna tutan öteki, aynı kişi ya da aynı toplum olabilir. Öteki ile baş edemediğimiz için varoluş sürecinde yenik düşebilir, öteki ile kendimizi ayrımsayarak, karşılaştırarak varoluşumuza hizmet edebiliriz. Öteki ile ilişkimizin biçimi bizim elimizde. 

Oyundaki Erkek, insanlardan/ötekilerden nefret ettiğini söyler. Çocukken kendisi hariç herkes onun evlatlık olduğunu biliyordur ve bir gün sıra arkadaşı acımasızca bu gerçeği onun yüzüne haykırmıştır. Herkesin bize yalan söylediği bir dünyayla karşılaşma travmasından sonra birilerini sevmek, onlara inanmak kolay iş değildir. Öte yandan Erkek’in dünyaya ve insanlara karşı nefretle bakması kabul edilebilir değildir. Yetişkin olduğumuzda elimize verilen kimlik paketi pek azımızı mutlu eder; bu pakete mahkûm olmadığımızı hatırlamamız gerekir.  Başımıza gelen haksızlıklar kuşkusuz sert ve kesin yargılara varmamıza yol açsa da tüm “ötekileri” düşmanlaştırmamız akıllıca değildir. Niçin? Çünkü var olabilmek için diğerlerine zorunluyuz.


Fransız varoluşçu düşünür Gabriel Marcel, benliğimizi ancak ötekinin varlığıyla ayrımsayabileceğimizi ifade etmek için “Birlikte varız” der. “Öteki”nin “öteki ben” olduğunu belirten Maurice Merleau Ponty de insanın kendini önce çevresinden uzaklaşarak var ettiğini, sonra çevresine yeniden yöneldiğini belirtiyor. Bir başka varoluşçu Martin Buber “Bir başkası olmadan sevemeyiz; iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin olamayız.” diyerek benliğimizi ötekiyle sınadığımızı, benliğimize nitelikler kazandırdığımızı vurguluyor. İnsanları kendimizden yola çıkarak buluruz; başkalarıyla iletişime girmedikçe kendimizi tanıyamayız. Demek ki her tür durumda ötekiyle çarpışarak kendimizi var ediyoruz. 

Çocukluk yaşantılarımızdaki kararlar bize ait değildir. O sırada başımıza gelmiş olumsuzluklarla yüzleşmemiz gerekir. Bunların üstesinden gelebilirsek kimliğimizi, benliğimizi özgürce ortaya koyabiliriz. Anneler, babalar kendi doğruları ölçüsünce çocuğun kararlarını etkiler. Olumlu ya da olumsuz, yapıcı ya da yıkıcı her tür etki bizim kişiliğimizi etkiler.  Gideceğimiz okullar, giyinme biçimiz, nezaket kuralları, özgüven, biteviye gelenekler, inançlar vd. onlar tarafından belirlenir. En özgürlükçü ebeveynler bile istemeden çocuklarını etki altında bırakırlar. Bazılarımız bu etkileri hiç sorgulamadan yaşayıp gider. Kimilerimiz bu öğrenmeleri reddedip yenilerini edinir; bu durumda bile çocuklukta benimsenmiş kodlar silinmez, izi kalır. Bilgiye ve deneyime önceki çağlara göre daha kolay ulaşılabilen bu çağda kişinin kendi düşlerini, ereklerini, ilkelerini gerçekleştirme yolunda çabasız kalması, başaramadıklarının faturasını başkalarına çıkarması doğru değildir. 

Mikado’nun Çöpleri’nde Kadın, çocuk yapma yetisi olmayan kocası tarafından, bir başkasının çocuğunu satın almaya ve sanki onu kendi çocuğuymuş gibi göstermeye zorlanmıştır. Sorumlunun kendisi olduğunu bilmesine rağmen kocası, karısını sürekli aşağılamıştır. Kadın, kendine yapılanın farkına varsa da bu yalanın ortağı olmayı kabul etmiştir. Oysa otorite konumundaki ötekinin isteğiyle yaşamsal kararlar almak kendi varoluşumuza değil kendimizi yok edişimize hizmet eder. Erkek, evlat edinilmiş, Kadın ise bir başka çocuğu evlat edinmiştir. Bu çapraz örtüşme, yaşamlarımızın nasıl yinelendiğini, birbiriyle nasıl örtüştüğünü gösterir. Erkek, adeta geçmişte kendisini evlat edinen kadınla yüzleşmiş gibi olur.

Yaşantılarımız benzese de onu yorumlamak bizimle ilgilidir.  Çocukken işler ters gitmiş olsa da yetişkin olunca özne, elindeki herhangi bir güç ya da denge merkeziyle kendi sıçrayışını gerçekleştirmelidir. İnsan kendine anlam verirken başkalarının yüklediği anlamlarla yetinmemelidir. Örneğin oyundaki Kadın eğitimlidir, isterse kocasını bırakabilir, çalışıp para kazanarak kendi özgür yaşantısını kurabilir. Görünen o ki kocasının ve dolaylı olarak babasının idealleri ve ona aktardığı anlamlarla yetinmiştir. Bu yüzden var olma macerasında şimdilik yarı yolda kalmıştır.  

Husserl yaşayan bir canlıya benzeyen “anlam”ın değişken olduğunu, gelişip öldüğünü söyler. Kendimizi nereden ve nasıl gördüğümüz, kendimize hangi anlamları yüklediğimiz ve bu anlamlardan nasıl vazgeçtiğimiz önemlidir. Bütün bunları özgürce mi yoksa ötekinin baskısı altında yapıp yapmadığımız, seçme sorumluluğunu alıp almadığımız dikkate değer sonuçlar yaratır. Öteki’nin ben’i nasıl gördüğünün önemi var mıdır? Kuşkusuz evet. Hatırlarsak, ben ötekiyle kendini ölçüyor, kıyaslıyor ve fark ediyordu. İyi dostların birbirlerine ilişkin düşüncelerini açıkça söylemesinin yararı bu yüzdendir; ayna etkisi yaratmak için. Öteki’nin bize ilişkin yargısını hiç sorgulamadan benimsemekten söz etmiyorum. Öteki’den gelen yargıyı, kendi seçimlerimize aracı kılmaktan, bir değerlendirme ölçeği olarak kullanmaktan söz ediyorum. Bunu Leibniz ve Ponty’nin ev imgesini yorumlamaları ile açıklayalım:

 Leibniz, Seine Nehri’nin kuzeyinden başka, evin içinden başka, uzaktan bakıldığında başka türlü görünen komşunun evinden söz eder. Evin kendisi bunlardan hiçbiri değildir, bu bakış açılar geometraldir; yani komşunun evi aslında hiçbir yerden görünmeyen evdir. Ponty ise bir nesnenin görünüşünün, başka birinin ya da aradaki başka bir nesnenin açısıyla sürekli kendini yenilediğini; yani evin aslında hiçbir yerden görünmeyen ev değil her yerden görünen ev olduğunu düşünür. Ponty, öznenin izlenimlerinin gerçeği kuramadığını, yalnızca betimlediğini öne sürer. Bizim varoluşumuz, benliğimiz de izlenimlerden doğar. Ben ve öteki birbirlerine karşı her zaman izlenim halindedirler.  Öte yandan +insan (-insan ve -canlı bir varlık olan evden farklı olarak) kendisine yöneltilen tüm bakış açılarını yorumlayabilir. Deneyimlerle, öğrenmelerle benliğimizi değiştirir, dönüştürürüz. Gençliğimizden beri aynı olduğumuzu söylemek, erdemden çok varoluş ödevini gerçekleştirme yolunda kusur görülmelidir. Çocukluk ve gençlik çağında yaşamımızın yönetiminin kendi elimizde olmadığını bildiğimiz halde bize sunulan kalıpları yineleyerek yaşamak bir tür konformizmdir. 

Kadın’ın toplumsal onaylanma duygusunun ne derece yüksek olduğu oyun boyunca çeşitli örneklerle ortaya koyulur. Erkek’e gece vakti sokakta kalışını sürekli açıklamaya çalışır. Erkek onu hiç sorgulamamasına rağmen süreğen olarak yersiz bir aklanma peşindedir. “Ben çaresiz kaldığım için… Yoksa… Bu saatlerde dolaşmayı sevdiğimden değil.” der. Erkek “Ne kadar korkuyorsunuz benden. Demek hakkınızda kötü şeyler düşünmem, bu gece sizi sokak ortasında bırakan durumdan daha önemli? Bırakın canım, ne düşünürsem düşüneyim… Ne düşünürlerse düşünsünler,” diye karşılık verir. Kadın için toplumda kabul görmek fazlasıyla önemlidir. “Ama ileride bu olayı düşündüğünüz zaman, tanımadığınız bu kadını haksız yere küçümsemeyin, aşağılamayın onu.” sözlerinden, bilmediği ortamlarda bile yargılanmaktan endişe duyduğunu anlarız.

Oyunda öznenin varoluşsal suçluluğunun nedeni sayılabilecek pek çok öteki örneği vardır. Kadın öteki’nin davranışlarına genelde uyum sağlamıştır; Erkek ise öteki’nin dışladığı olmuştur. Kadın hiç onaylamadığı halde bazı suçlara ortak olmuş, sessiz kalmıştır. Erkek ise her yaşadığı dışlanma ve yabancılaşmada öfke ve nefret duygularını pekiştirmiştir. Kadın suça ortak oluşlarına şöyle bir örnek veriyor: Çocukken öğretmenleri sınıfa düşük not verdiğinden sınıf arkadaşları öğretmenlerine iftira atarlar; sınıftan dışlanmamak için o da bu iftiracı ordusuna katılmıştır. Erkek ise bir dışlanma örneği verir: Seçtiği arkadaş grubuna girmek isterken grup arkadaşları tarafından aşağılanmış ve gruptan uzaklaştırılmıştır. Her iki örnek olay da grup davranışlarının bireysel davranış ve tutumları ezdiğini, insanların toplum dışı kalmaktan korktuğunu ya da bir gruba girdiğinde o grubun haksız uygulamalarına boyun eğebildiğini gösterir. Erkek, grupların bir hedefi düşmanlaştırarak güçlendiğini şu sözlerle ifade eder: “Birini alçaltmak, insanı namuslu kılar, gururlandırır. Alçaltacak birini bulamadık mı, biz nasıl yükseliriz?”. Öteki ile kurulan ilişkinin dengesinin oldukça hassas olduğu ortadadır; öteki ben’i şu ya da bu nedenle kötüleştirebilir, kötülüğe ortak edebilir. 

Kadın öteki karşısındaki yenilgisini de şöyle itiraf eder: “Ben hiçbir şey seçmedim bugüne kadar, kendimden hiçbir şey yapmadım, kendim olmadım hiç. (Düş görüyor gibidir.) Ya sokak başında buldum kendimi ya tanımadığım bir evde. Ama hep mutluydum, ne olduğunu bilmeden mutluydum, mutluluktu benim görevim. Beni ya zorla uzaklaştırdılar içlerinden ya da nedenini söylemeden çağırdılar yanlarına. Değişmedim hiç, okşandığım zaman da itildiğim zaman da hep aynı kaldım. Kör şeytanın işi idi beni sevindirmek, ağlatmak. Var olmam başkalarının istemine bağlı kaldı hep.” Kadın’ın edilginliği seçmesinin mazur görülecek yanı yoktur. Zor olsa da varoluş ödevini yerine getirmek gerekir. Edilginliğin yarattığı bu suçluluk halinin sonlandırılması, yaşama ve seçme sorumluluğunun ele geçirilmesi gerekir.

Erkek, anne tarafından terk edilip evlatlık verilmesini temel ölçü olarak kabul etmiş, bundan sonra yaşamında olan hiçbir şeyin sahici olmadığını düşünmeye başlamış, yaşamındaki hiçbir şeyin kendi seçimi olmadığı genellemesine varmıştır. Kadın’ın kendisine güvenmediğini düşününce şöyle söyler: “Güven vermiyor suratım demek. İyi bir surat değil bu, biliyorum. Ama ben yapmadım ki suratımı… Bundan dolayı sorumluluk alamam üstüme…”. Yüzünün güven vermiyor oluşu, doğuştan gelmiş olamaz. Bu açıklama, dünyaya gelme biçimine öfkelenme ifadesi gibi görünür.

Erkek, Kadın’ın öteki önündeki edilginliğini affetmez: “İnsanın başına gelen değildir önemli olan, başına gelenlere karşı ne yaptığıdır. ‘Bana şöyle yaptılar, böyle yaptılar, şöyle haksızlık ettiler, böyle kötülük ettiler’… yaparlar elbet, haksızlık da ederler, kötülük de ederler. İnsanın işi gücü bu. Sen ne yaptın bunlara karşı be adam? Bir şey yapmadınsa, acizim de zavallıyım de bari. De be! Korkma! Çoğalsın acizler, zavallılar, çoğalsın. Niçin kapandın evde, bir şey yapamaz mıydın?”. Başımıza gelen haksızlıkları alt etmenin yolu itiraz etmek ya da alanı terk etmektir. Kendimiz olmamıza izin verilmiyorsa ya da ahlaki olarak doğru bulmadığımız eylemlere ortak edilmek istendiğimizde itiraz hakkını kullanmak gerekir. Toplumda kadınlar babaları, kocaları ya da onların sözcülüğünü tutkuyla yapan anneleri aracılığıyla benliklerini yok edebiliyorlar.

Erkek, insanların dilediği gibi yaşamalarına itiraz edenlerle alay eder: “Sonra da kutsal aile sözünü dillerinden düşürmezler. (Taklit ederler.) Yıkıcılıktır efendim. Ulan sen kendin yıkıntısın be! Yok gelenekler varmış, töreler varmış, kutsal kurumlar varmış… Onlar Mikado’nun çöpleri senin için… (Oyunun taklidini yapar) Dur ahlak sarsıldı sıra bende… Bak, geleneği sarsmadan yirmi sayıyı iki parmağımın ucu ile alıvereceğim…” (Başka bir sesle) Dur, sarstın geleneği, sıra bende… Şu kutsal kurumlardan birini elime geçirsem işim iştir, ha gözüm Samuray’da azizim…çaktırmadan elime geçirdim mi, yaşadım demektir. Oyun oynuyorlar, kumar oynuyorlar be!” der. Toplumsal anlamadaki tüm dayatmacılığın sahteliğine isyan eder. Mikado’nun Çöpleri metafordur. Gelenekler, kutsallar kullanılarak çıkarlar elde edilir; düzen böylelikle devam eder. 

Oyunda açık görüşlü görünse de başkalarının görüşlerini yalnız meraktan ya da nezaketten dinleyip onlardan hiç etkilenmeyen insanlar da eleştirilir. Erkek, komşusu için “Düşünceler, tartışmalar, çatışmalar, ne diyeyim, savaşlar bile rakı mezesi gibi bir şeydir onun için, konuşmaya yarar sadece. O yüzden hoşgörülüdür, kızmaz hiçbir düşünceye” diyor. Herkes herkesin yaşamını, düşüncelerini merak ediyor, fakat bu merak kendi düşüncelerini değiştirmeye ya da gerçekten öteki’yi anlamaya çalışmaya yaramıyor. Sözlerinde yeniliğe açık, özgürlükçü görünen bazı insanların geleneklerin, dedikoduların, güçlülerin ve ezberlenmiş düşüncelerin egemenliği altında olduğu vurgulanıyor. Kadın ise kocasının gazetelerde ne yazılıyorsa onu tekrar ettiğini, sürekli siyasetten konuştuğunu ama bunların kendi özgün düşünceleri olmadığını söyler. Varoluş macerasında okur yazar olmanın da tek başına işe yaramadığının altı çizilmiş olur. Okuduklarımızı yaşamımıza aktaramadığımızda, baskı ya da eleştirilme korkusuyla sustuklarımızda içten içe suçluluk duyarız. Görüşünü onaylamadığımız otoritenin attığı nutuk karşısında gözlerimizi yere indirip dalıp gittiğimizde, sonra işi şakaya vurup konuyu değiştirdiğimizde içimizdeki benlik, o varoluş yolcusu gün be gün yok olur gider. 

Erkek varoluşsal suçluluğunu öfke ve nefrete dönüştürmüştür. Kadın bu tavrı eleştirir: “Nefret ettiğin şu insanlardan daha baskın çıkmışsın kendine karşı. Onların yapamayacağı kötülüğü yapmışın kendine. Sevginin kökünü kazımışsın içinde, rahimlerini kazıta kazıta çocuk doğuramayacak duruma gelen kadınlar gibi olmuşsun. Sade yalnızlığın için çalışmışsın, büyük duvarlar örmüşsün çevrene, ama sonra bir de bakmışsın ki duvarların içinde kimse yok.”.Talihsizlikler, haksızlıklar, aldanışlar dünyadan ve insanlardan vazgeçmemiz için yeter sayıdadır ve onlardan nefret etmek zor değildir; öte yandan bu bir çözüm de değildir.  

Erkek Kadın’ın insanları sevme önerisine itiraz eder: “Hergele takımının namussuzluğunu, alçaklığını ben mi yükleneceğim şimdi? Onlara da sevgi mi göstereceğim? Saçmalıyorsun. Diyelim anam da bırakmış beni bir eve, gitmiş öldürmüş kendini… Benim suçum mu bu? (…) Herkesten nefret ediyorum. (…) Diyorum ki, bu dünyadan iğreniyorum.”   Kadın, Erkek’in bu çaresiz sözleri karşısında öyle etkili bir şey söyler ki nutkumuz tutulur: 

“Dünya ile arandaki savaşta dünyaya yardım et.”

Dünyadan ve insanlardan şu ya da bu gerekçeyle vazgeçmek, yaşamı iyileştirmez. İnsanın öteki’den nefret etmesi, ona karşı pasif agresif bir tutum izlemesi dünyadaki haksızlıkları, eşitsizlikleri süreğen kılar. Herkes kendini kurban olarak görürse adaletsiz otoriteye, yanlış uygulamalara kim dur diyecektir? 

Varoluşumuzu tamamlamak bir seçim değil ödevdir. Bu ödevi reddetmenin bedelini insan hem kendisi öder hem toplumdaki diğer insanlara ödetir. Öteki’yi yok sayar ya da büsbütün ona boyun eğer. İster bilinçli ister bilinçsiz kendini ve ötekiler’i yok etmeye dönük yaşar. Var olmayı reddedip öteki’ye gönüllü olarak bağımlı olmak, onu sorgulamamak ama içimizden bunu yaptığımız için suçluluk duymak, varolma savaşı verme korkaklığımıza kılıf bulmaktan başka bir şey değildir. 


Çelik, Tuğba (2020). Mikado'nun Çöpleri'nde Öteki Kaynaklı Varoluşsal Suçluluğun Kayıtları, Varlık Dergisi, 88(1357), ss.12-16. 

9 Ekim 2020 Cuma

RASKOLNİKOV’UN ACI BELLEĞİ

ah bellek, acı bellek!

hem arısın sen

hem kim bilir hangi gülden

kalma diken?

 

Hilmi Yavuz 

 




Roman türünün bütün gereklerini kusursuz biçimde yerine getirip üstüne bir de okuyucuya büyük bir insanlık dersi vermiş olmasıyla Suç ve Ceza[1] bence Dostoyevski’yi dünyanın en iyi romancısı yapabilir. Dostoyevski bu romanı 1866’da yayımladığında kırk beşindeydi, yani olgunluk çağında. Bu yaşına kadar çokça insan tanımış, keskin dönemeçlerden geçmiş ve bunlardan belli ki acı dersler de çıkarmış olan yazar, bu romanıyla bize koca bir kurmaca evreni yaratmıştır. İşte bu yazıda Suç ve Ceza’nın neredeyse anıtsallaşmış mekânlarının, romanın ana karakteri Raskolnikov’un belleğinden çıkıp okurun belleğine nasıl yerleştiğini izlemeye çalışalım. Böylece belki, okur dediğimiz öznenin mekânlarla ve karakterin belleğiyle nasıl iç içe geçtiğini de görebiliriz.

 

Başarıyla yazılmış bir roman karakteri, tıpkı tanıdığımız yeni bir dost gibi, bizi bambaşka birine dönüştürebilir. Yazar, biz istediğimiz sürece karakterin evinde, sokağında, kentinde yaşamamıza hatta yatağının başucunda onun uyanmasını beklememize izin verir. Onun yaşadığı her yerin kapısı bize sonuna dek açıktır. Girip çıktığı her mekânda onun neler duyup düşündüğünü de bildiğimizden karakterin belleği artık bizim belleğimiz olur. Böylece giderek ona, karaktere dönüşürüz. İşin ilginç yanı, her başarılı roman bunu yapmaz.  

6 Temmuz 2017 Perşembe

EV SAHİBİ İLE KONUK OLMANIN DAYANILMAZ AYNILIĞI: MELİH CEVDET ANDAY “YARIN BAŞKA KORUDA”

                                “Bir evin resmi içerden de yapılabilir.
Bu bir seçme işidir. Kimi dışardan sever,
kimi içerden.” M.C. Anday/Yarın Başka Koruda

Kurmaca metinlerde olay örgüsü; zaman, uzam ve kişiler ekseninde oluşur. Yazar, seçtiği kişileri bir uzam ve zaman diliminde betimler. Uzamı hiyerarşi, karşıtlık, benzerlik gibi nedenlerle ayrı düzlemlerde toplar. Söz gelimi Haldun Taner’in Kızıl Saçlı Amazon öyküsünde, seyisin kızı olduğu için, yaşadığı köşkün olanaklarından tümüyle yararlanamayıp köşkün asıl sahiplerinin şehir dışında olduğu zamanlarda köşkün atlarına binip mahalleliye caka satabilen bir genç kız anlatılır. Mekanların kullanımının sınıfsal ayrıma dayandırılması kurgusal metinlerde yaygın görülen bir durum.

 Melih Cevdet Anday, Yarın Başka Koruda[1] adlı tiyatro oyunuyla mekansal dengenin ayrılıklar ya da benzerlikler ilkesine dayandırılması geleneğine itiraz eder gibidir. Anday bu oyununda uzamı kullanma bakımından ev sahibi ile konuğu birbirine denkler. Ev sahipleri de konuklar da etrafta olanları değerlendirme ve belirleme açısından benzer durumdadır. Biri diğerinden daha yetkin değildir.

EVİN HALLERİ


HOOGSTRATEN, Samuel van
View of a Corridor
c. 1670
Oil on canvas, 103 x 70 cm
Musée du Louvre, Paris
Ağaç kovukları, mağaralar kuş yuvaları, apartmanlar, çiftlikler vs. dahil olmak üzere bu dünya, tüm canlılar ailesinin birlikte yaşadığı koca bir evdir. Bu nedenle dünyanın ev sahibi hem üveyikler hem ayılar hem ağaçlar hem helikopter böcekleri hem de insanlardır. Komşuluk hakları gibi başka evlerle, canlılarla ilişkilerimizi sorgulamak başka bir yazıya kalsın; biz bu yazıda yalnız insancıkların evlerinden söz edelim.

Denemelerini hayranlıkla okuduğum Nermi Uygur ev için “Çocuklukta baba ocağı, gençlikte dışarıdan uzak; evlenince: yuva, -ya da hapishane. Sevmeyince cehennem. Sevince: kale, bahçe, tapınak, kitaplık. Hastayken bambaşka türden bir yer…” der. Bu betimlemeler, evden çok insanı öne çıkarır. Oysa Behçet Necatigil’in Evin Halleri şiiri, insanı içeren ama salt kendi benliğiyle de evin ne olduğunu anlamamızı sağlayan bir şiirdir. Evin Halleri evin her görünümünü özetler. Siz dizelerin aralarını doldurun yeter ki! Ben bu yazıda öyle yapacağım.

KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...