2 Şubat 2012 Perşembe

İstanbul Girizgahı

Taksim Akbank Sanat'a bakarım önce. Yoklarım var mı yeni bir sergi diye. Varsa iterim kapıyı; yoksa gülümser geçerim. Cıvıltılı kalabalık solur ensemde; kalabalığın elleri sıvazlar sırtımı; özgür ve güvende hissederim kendimi.  Mağazalara değil de onların duvarlarına bakarım; interaktif tiyatro, rock/jazz konser ilanlarına dikkatle göz gezdirir  hatta bir delikanlıyı  hemen o gece olacak bir dinletinin ilanını yapıştırırken izlerim. İstiklal'deki kitapçıları sevmem; Kadıköy'dekileri tercih ederim. Çok satanlara çok mesafelilerdenimdir çünkü; mesleki deformasyon...  Haksızlık etmeyeyim YKY'ye uğrarım. Çocuk kitabı alırım, bir de şiir.

 Konstantin Makovski ve Frida Cahlo/Diego Rivera sergilerini yad ederek Pera Müzesi'ne uzatırım başımı. Selamlaşırız; çağırır içeri, reddetmem. Kucağıma hediyeler bırakır da gönderir. Geri dönüp Galatasaray'a inerken sağdaki deftercime uğrarım. Bir defter alırım; kendime ve defter almayı hak eden güzel başkalarına. En son Simone de Beauvoir kapaklı saman sarısı bir defter aldım mesela;  bir güzel başkasına verdim.  Başkalarına kendimi saklıyorum sanıyorum böylece.
Cihangir arkamda kalmıştır çoktan; ama kahvelerin ve çayların hala içildiğini, sabah başlanıp akşama dek süren sohbetlerin olgunlaştığını ve bir hayat tanımına dönüştüğünü bilirim. Bir çırpıda inerim yokuşu. Ya yağmur yağmıştır ya da yağmayı vaad eder. Sonbahardır ve belki bahar. Arnavut kaldırımı yorar ayaklarımı. Ellerim cebimdedir artık; yağmur yağsa da olur yağmasa da.

Karaköy'e iner inmez sola dönerim. İstanbul Modern'e eskiden hoplaya zıplaya koşarken kaç zamandır mecburmuşum gibi giderim. Deneysel çalışmalarını giderek daha içtenliksiz bulduğum bu yer, yine de içimi ısıtır. Son zamanlardaki davranışlarını beğenmediğim bir akrabama oturmaya gider gibi olurum. Vazgeçilemeyen akrabanın penceresinden görünen sokağın sevilmesi gibi İstanbul Modern'in pencerelerinden görünen çoğu kez gri/yeşil çırpınan denize bakmayı severim. Bir resim bulurum yine de içime değen, karşısına dikilir dakikalarca bakar, zamanla ona değil kendime baktığımı anlarım. Muhakkak aklıma bir öykü yazmak gelir. Yarısını bilip öteki yarısını sırra gömdüğüm İlhan Berk, Cemal Süreya, Aydın Afacan şiiri dökülür ağzımdan. Az gelir hayat, daha çoğunu isterim.
Bir arkadaşım gelir yanıma; tünelden İstiklal'e birlikte döneriz. Uzun uzun konuşuruz; okuduğumuz kitaplar, dinlediğimiz şarkılar, izlediğimiz filmler random yöntemiyle görücüye çıkar.
Sonrası?
Bu girizgahın ardından İstanbul başka şeyler anlatır her seferinde. Biriktiririm anlattıklarını, hayat olur. Az gelir hayat çünkü, İstanbul'un verdiklerini eskiden yalnız Ankara'ya eklerdim. Şimdi bir de Mağusa'ya yetişiyor.  Kim bilir daha sonraları hangi kentlere yetişir?
 Ama bu girizgah olmadan olmuyor. Olsa da "olmuyor": Cihangir, Taksim, Pera, Galatasaray, Karaköy...

KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...