28 Kasım 2012 Çarşamba

BİR ANKARA RÖPORTAJI- HABERTÜRK GAZETESİ



21 Kasım 2012 Habertürk gazetesi Ankara Eki'nde Adnan Gerger'le  söyleşi. 



Dil ve Edebiyat Öğretimi kitabınızın doktora tezinizden doğduğunu biliyoruz. Niçin tez olarak bir öğretim programı yazmayı istediniz?

Doktora tezi yazmak belalı bir iştir. İnsan üzerinde ne kadar çalışsa da sıkılmayacağı bir konuyu seçmelidir. Bendeniz mesleğine aşık bir edebiyat öğretmeniydim ve Türkiye’deki edebiyat öğretiminin neredeyse her yönüne  itiraz ediyordum. Bu konuyu seçerek inandığım edebiyat öğretimini bilimsel bir zeminde geliştirmiş oldum.  

Sizce bir gün, yazdığınız dil ve edebiyat öğretim programı liselerde uygulanır mı?

Sanmam. Bu konuda karamsarım doğrusu. Ama hiç olmazsa edebiyat öğretiminin nasıl olması gerektiğini yazdım, sadece olanı eleştirmekle kalmamış oldum.

Türkiye’deki çocuk edebiyatının durumu hakında neler söylersiniz?

Hem kaygılıyım hem umutluyum. Kaygılıyım çünkü pek çok yayınevi, çocuk kitaplarını seçme konusunda özensiz davranıyor. Şiddetin, ayrımcılığın aşılandığı kitaplar raflarda yerini koruyor maalesef. Bir taraftan da umutluyum çünkü çok iyi çocuk kitapları yazılıyor; nitelikli çeviriler yapılıyor. Bunun yanı sıra çocuk ve ilk gençlik edebiyatının sorunlarını ve yeniliklerini tartışmak için Ankara Üniversitesi bünyesinde birkaç yılda bir sempozyum düzenleniyor. Bunlar, çocuk edebiyatının gelişimi için değerli gelişmeler.  

Ankara’da öğrenci olmayı mı öğretmen olmayı mı daha çok sevdiniz?

Aslında ben öğrenciliği hiç bırakamadım. Yüksek lisans ve doktorayı öğretmenken yapanlardanım. Sanırım bu yüzden arasındaki farkı asla anlayamadım. Doktora bitince de üniversitede göreve başladım. İnanın hala öğrenci miyim hoca mıyım, ben de bilmiyorum. Biz akademisyenler kitap okumaya ya da yazı yazmaya “ders çalışmak” deriz. Sizce öğretmen olmuş muyum? Hiç sanmam. O zaman şöyle söyleyeyim: Ankara’yı her durumda çok sevdim.

Kızılay’da yürürken etrafınızın aniden doluşması nasıl bir duygu?

Kalabalık bir duygu. Bakın Kızılay’a yalnız iniyorum, bundan eminim.  Bir kitapçıya uğruyorum, yanıma bir iki kişi çoktan gelmiş oluyor.  Tabii bu kişiler ya arkadaşım ya öğrencimdir. Bir kahve içeyim, yemek yiyeyim diyorum. Yarım saat içinde oturduğum masaya bir masa daha ekleniyor. Masada tabii Sartrelar, İlhan Berkler, Kafkalar, Adornolar... Bildiğiniz güvenli, sıcak, bilgi dolu Ankara muhabbeti. Galiba bu muhabbet çekiyor onları. Çoktandır birbirini görmeyenler bu “ani doluşma”larda karşılaşırlar.

2011de Orhan Kemal Öykü Yarışması’nda ödül almıştınız. Öykü kitabınızı hala çıkarmadınız. Öykülerinizi topluca ne zaman okuyabileceğiz?

Aslında bir dosya haline geldi çoktan ama henüz kitaplaşması için bir girişim yok. Öyküleri dergilerde yayımlamayı sürdürüyorum.  Fakat sürprizlere de hazır olmak gerek.

Öykülerinizde genellikle Ankara’yı anlatıyorsunuz.  Ankara sanki çoğu öykünüzün esas karakteri olmuş. Neden?

Bu kent bana çok şey öğretmiştir. Ondan öğrendiklerime benziyorum, ondan öğrendiklerimi anlatıyorum. Özgürce okumayı, direnmeyi, sil baştan yaşamayı, araştırmayı, sınırlarımı zorlamayı ben burada öğrendim. Bir de doğasını çok severim Ankara’nın. Sokaklarını, ağaçlarını, kuşlarını, soğuğunu, göğünü... Ankara’yı gözü pek, merhametli, aydın bir delikanlıya benzetirim. Ona güvenilir, saygı duyulur ve değer verilir. Öykülerimin mekanı Ankara’dır ve bunun uzun süre değişeceğini sanmıyorum.

2007’de çıkarmaya başladığınız Sahaf dergisi 2011’de kapandı. O günleri özlüyor musunuz? Dergi kapanmasaydı dediğiniz oluyor mu?

Sahaf’ı ben edebiyat öğretmeniyken çıkardım. Derginin yazarları öğrencilerimdi, bazen yazar ve şair dostlarımdan da yazı desteği alıyordum. Şimdi onlarla hala iç içeyiz. Çocuklar şimdi de  yazıp çiziyorlar, yazdıkları yazıları başka ulusal dergilerde yayımlanıyor. Sahaf’ın varlık amacı lisede yazı nasıl yazılır, dergi nasıl çıkarılır, bunları öğretmekti. Amacına da ulaştı: Ankara’daki  bir  devlet okulundan, profesyonel bir dergi çıktı. Edebiyat dünyasına gencecik yazarlar ve şairler kazandırdı Sahaf. Neyse ki beni bu genç adam ve hanımlar hiç yalnız bırakmıyorlar ve ben o günleri özlemek zorunda kalmıyorum.
 
Sizce Türkiye üniversitelerinde edebiyat eğitimi veren bölümlerin en  büyük eksikleri nelerdir?

Türkiye'de edebiyat eğitmi veren bölümlerinin çoğunda çağdaş Türk edebiyatına yer yok. 1960’lardan sonra sanki hiçbir yenilik yokmuş gibi davranılıyor.  Çoğu akademisye çağdaş eleştiri kuramlarıyla bağ kurmuyor, hala en büyük edebiyat eleştirmeninin Mehmet Kaplan olduğu sanılıyor. Bu bölümlerde ne Roland Barthes’a ne Akşit Göktürk’e ne Umberto Eco’ya ne İtalo Calvino’ya rastlamak mümkün. Bunun dışında dünya edebiyatı da değer görmüyor. Pek çok Türkçe  ve edebiyat öğretmeni adayı, üniversiteden Joyce’u, Woolf’u, Gonçarov’u okumadan mezun oluyor. Sonra da bu ülke neden okumuyor diye yakınıyoruz. Üstelik bu bölümlerde okuyan öğrenciler yazmaya karşı ilgili kılınmıyorlar. Ben üniverisite öğrencisiyken hocalarımızdan birinin bize “Tanpınar gibi yazamayacaksanız hiç yazmayın” dediğini hatırlıyorum. Yazı kutsallaştırılıyor ve geleceğin edebiyat öğretmenleri yazmaktan korkuyor.

“Düş Odası” sizin sığındığınız bir liman mı, yoksa denize açılmak için kulaç attığınız bir kıyı mı? Yoksa Virginia Woolf’un, ‘Kendine Ait Bir Oda’sı gibi mi?

Üç yıldır blog yazıyorum. Gelip geçici bir heves sanmıştım ama öyle olmadı. Düş odası benim hayali kürsüm oldu.

 Düş Odası’ndaki profil fotoğrafınızda saçlarınız neden öyle yaramaz kızlar gibi havalanmış? 

Bu soruyu Ezel Akay’a sormak gerek. Çünkü bu 'avatar'ı yapan o. “Bana da avatar yap” isyanıma cevabıdır bu. Sanırım  uçuşan saçlar  neşemi; saçlarımdaki harften tokalar da yazma sevgimi yansıtıyor.
 
Ankara’daki edebiyat ortamları hakkında neler düşünüyorsunuz? Ankara bir edebiyatçı  için yaşanabilir bir yer mi?

Ankara’nın hala Türkiye’de edebiyatın merkezi olduğunu düşünüyorum. Bugünün pek çok yazar ve şairinin yolu Ankara’dan geçiyor. Fakat eteğindeki taşı dökmek isteyen yazar ve şairler İstanbul’a gidiyorlar, haklı olarak. Maalesef Ankara’da yazar ve şairlerin birlikte hareket edebilecekleri, nitelikli tartışmaları yapabilecekleri yerler yok.  Burada çoğunlukla bir başınıza kalırsınız. Ama size benzer dostları bulmak da zor değildir.  Bu yüzden Ankara tuhaf biçimde yazarını, şairini yalnız bırakır sonra da onu kucaklar. Ankara’nın bu durumunu aslında  mistik biçimde açıklamaya gerek yok. Ankara’da artık kültüre ve sanata yer açan yapılanmalar bulunmuyor. Ankara hep böyle değildi ki! Malum, şiirde birinci yeni de ikinci yeni de Ankara’dan çıkmıştır. Bunun nedeni kuşkusuz o dönemlerde Ankara’daki sanat ve bilim ortamlarının çok etkili olmasıdır. 





KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...