21 Kasım 2012 Habertürk gazetesi Ankara Eki'nde Adnan Gerger'le söyleşi.
Dil ve
Edebiyat Öğretimi kitabınızın doktora tezinizden doğduğunu biliyoruz. Niçin tez
olarak bir öğretim programı yazmayı istediniz?
Doktora tezi yazmak belalı bir iştir. İnsan
üzerinde ne kadar çalışsa da sıkılmayacağı bir konuyu seçmelidir. Bendeniz mesleğine
aşık bir edebiyat öğretmeniydim ve Türkiye’deki edebiyat öğretiminin neredeyse
her yönüne itiraz ediyordum. Bu konuyu
seçerek inandığım edebiyat öğretimini bilimsel bir zeminde geliştirmiş oldum.
Sizce
bir gün, yazdığınız dil ve edebiyat öğretim programı liselerde uygulanır mı?
Sanmam. Bu konuda karamsarım doğrusu. Ama hiç
olmazsa edebiyat öğretiminin nasıl olması gerektiğini yazdım, sadece olanı
eleştirmekle kalmamış oldum.
Türkiye’deki
çocuk edebiyatının durumu hakında neler söylersiniz?
Hem kaygılıyım hem umutluyum. Kaygılıyım çünkü
pek çok yayınevi, çocuk kitaplarını seçme konusunda özensiz davranıyor.
Şiddetin, ayrımcılığın aşılandığı kitaplar raflarda yerini koruyor maalesef.
Bir taraftan da umutluyum çünkü çok iyi çocuk kitapları yazılıyor; nitelikli
çeviriler yapılıyor. Bunun yanı sıra çocuk ve ilk gençlik edebiyatının
sorunlarını ve yeniliklerini tartışmak için Ankara Üniversitesi bünyesinde
birkaç yılda bir sempozyum düzenleniyor. Bunlar, çocuk edebiyatının gelişimi
için değerli gelişmeler.
Ankara’da
öğrenci olmayı mı öğretmen olmayı mı daha çok sevdiniz?
Aslında ben öğrenciliği hiç bırakamadım.
Yüksek lisans ve doktorayı öğretmenken yapanlardanım. Sanırım bu yüzden
arasındaki farkı asla anlayamadım. Doktora bitince de üniversitede göreve
başladım. İnanın hala öğrenci miyim hoca mıyım, ben de bilmiyorum. Biz
akademisyenler kitap okumaya ya da yazı yazmaya “ders çalışmak” deriz. Sizce
öğretmen olmuş muyum? Hiç sanmam. O zaman şöyle söyleyeyim: Ankara’yı her
durumda çok sevdim.
Kızılay’da
yürürken etrafınızın aniden doluşması nasıl bir duygu?
Kalabalık bir duygu. Bakın Kızılay’a yalnız
iniyorum, bundan eminim. Bir kitapçıya
uğruyorum, yanıma bir iki kişi çoktan gelmiş oluyor. Tabii bu kişiler ya arkadaşım ya öğrencimdir.
Bir kahve içeyim, yemek yiyeyim diyorum. Yarım saat içinde oturduğum masaya
bir masa daha ekleniyor. Masada tabii Sartrelar, İlhan Berkler, Kafkalar,
Adornolar... Bildiğiniz güvenli, sıcak, bilgi dolu Ankara muhabbeti. Galiba bu
muhabbet çekiyor onları. Çoktandır birbirini görmeyenler bu “ani doluşma”larda
karşılaşırlar.
2011de
Orhan Kemal Öykü Yarışması’nda ödül almıştınız. Öykü kitabınızı hala
çıkarmadınız. Öykülerinizi topluca ne zaman okuyabileceğiz?
Aslında bir dosya haline geldi çoktan ama
henüz kitaplaşması için bir girişim yok. Öyküleri dergilerde yayımlamayı
sürdürüyorum. Fakat sürprizlere de hazır
olmak gerek.
Öykülerinizde
genellikle Ankara’yı anlatıyorsunuz. Ankara sanki çoğu öykünüzün esas karakteri
olmuş. Neden?
Bu kent bana çok şey öğretmiştir. Ondan
öğrendiklerime benziyorum, ondan öğrendiklerimi anlatıyorum. Özgürce okumayı, direnmeyi,
sil baştan yaşamayı, araştırmayı, sınırlarımı zorlamayı ben burada öğrendim.
Bir de doğasını çok severim Ankara’nın. Sokaklarını, ağaçlarını, kuşlarını,
soğuğunu, göğünü... Ankara’yı gözü pek, merhametli, aydın bir delikanlıya
benzetirim. Ona güvenilir, saygı duyulur ve değer verilir. Öykülerimin mekanı
Ankara’dır ve bunun uzun süre değişeceğini sanmıyorum.
2007’de
çıkarmaya başladığınız Sahaf dergisi 2011’de kapandı. O günleri özlüyor
musunuz? Dergi kapanmasaydı dediğiniz oluyor mu?
Sahaf’ı ben edebiyat öğretmeniyken çıkardım.
Derginin yazarları öğrencilerimdi, bazen yazar ve şair dostlarımdan da yazı
desteği alıyordum. Şimdi onlarla hala iç içeyiz. Çocuklar şimdi de yazıp çiziyorlar, yazdıkları yazıları başka
ulusal dergilerde yayımlanıyor. Sahaf’ın varlık amacı lisede yazı nasıl
yazılır, dergi nasıl çıkarılır, bunları öğretmekti. Amacına da ulaştı:
Ankara’daki bir devlet okulundan, profesyonel bir dergi çıktı.
Edebiyat dünyasına gencecik yazarlar ve şairler kazandırdı Sahaf. Neyse ki beni
bu genç adam ve hanımlar hiç yalnız bırakmıyorlar ve ben o günleri özlemek
zorunda kalmıyorum.
Sizce
Türkiye üniversitelerinde edebiyat eğitimi veren bölümlerin en büyük eksikleri nelerdir?
Türkiye'de edebiyat eğitmi veren bölümlerinin çoğunda çağdaş Türk
edebiyatına yer yok. 1960’lardan sonra sanki hiçbir yenilik yokmuş gibi davranılıyor. Çoğu akademisye çağdaş eleştiri kuramlarıyla bağ kurmuyor, hala
en büyük edebiyat eleştirmeninin Mehmet Kaplan olduğu sanılıyor. Bu bölümlerde
ne Roland Barthes’a ne Akşit Göktürk’e ne Umberto Eco’ya ne İtalo Calvino’ya rastlamak
mümkün. Bunun dışında dünya edebiyatı da değer görmüyor. Pek çok Türkçe ve edebiyat öğretmeni adayı, üniversiteden
Joyce’u, Woolf’u, Gonçarov’u okumadan mezun oluyor. Sonra da bu ülke neden
okumuyor diye yakınıyoruz. Üstelik bu bölümlerde okuyan öğrenciler yazmaya
karşı ilgili kılınmıyorlar. Ben üniverisite öğrencisiyken hocalarımızdan birinin
bize “Tanpınar gibi yazamayacaksanız hiç yazmayın” dediğini hatırlıyorum. Yazı kutsallaştırılıyor
ve geleceğin edebiyat öğretmenleri yazmaktan korkuyor.
“Düş
Odası” sizin sığındığınız bir liman mı, yoksa denize açılmak için kulaç
attığınız bir kıyı mı? Yoksa Virginia Woolf’un, ‘Kendine Ait Bir Oda’sı gibi
mi?
Üç yıldır blog yazıyorum. Gelip geçici bir
heves sanmıştım ama öyle olmadı. Düş odası benim hayali kürsüm oldu.
Düş Odası’ndaki profil fotoğrafınızda
saçlarınız neden öyle yaramaz kızlar gibi havalanmış?
Bu soruyu Ezel Akay’a sormak gerek. Çünkü bu 'avatar'ı yapan o. “Bana da avatar yap” isyanıma cevabıdır bu.
Sanırım uçuşan saçlar neşemi; saçlarımdaki harften tokalar da
yazma sevgimi yansıtıyor.
Ankara’daki edebiyat ortamları hakkında neler
düşünüyorsunuz? Ankara bir edebiyatçı
için yaşanabilir bir yer mi?
Ankara’nın hala Türkiye’de
edebiyatın merkezi olduğunu düşünüyorum. Bugünün pek çok yazar ve şairinin yolu
Ankara’dan geçiyor. Fakat eteğindeki taşı dökmek isteyen yazar ve şairler
İstanbul’a gidiyorlar, haklı olarak. Maalesef Ankara’da yazar ve şairlerin
birlikte hareket edebilecekleri, nitelikli tartışmaları yapabilecekleri yerler
yok. Burada çoğunlukla bir başınıza
kalırsınız. Ama size benzer dostları bulmak da zor değildir. Bu yüzden Ankara tuhaf biçimde yazarını,
şairini yalnız bırakır sonra da onu kucaklar. Ankara’nın bu durumunu
aslında mistik biçimde açıklamaya gerek
yok. Ankara’da artık kültüre ve sanata yer açan yapılanmalar bulunmuyor. Ankara
hep böyle değildi ki! Malum, şiirde birinci yeni de ikinci yeni de Ankara’dan
çıkmıştır. Bunun nedeni kuşkusuz o dönemlerde Ankara’daki sanat ve bilim
ortamlarının çok etkili olmasıdır.