23 Haziran 2011 Perşembe

İç Monolog 18

“Kıyıya vuran şu dalgalar gibi ruhum:  Gelgit dolu, pır pır eden, serin. Şimdi çocukluğumu geçirdiğim kente çoktan durgun bir akşam serilmiştir; oysa burada öğle güneşi vazgeçmiyor, çirkince gülüyor apaçık. Kiliseyi geçince bir cadde incelirdi koruluğa doğru. Caddenin karşısındaki okulumu değil, karşıya geçerken ancak sekiz yaşındaki bir çocuğun hayata ilişkin bozulmamış dikkatini özlüyorum. Her şeyim dağınık;unutkanlıklarla, tez canlılıkla kotarılmış işlerle bitirilmiş bir günün sonundaki gece yorgunluklarını biriktiriyorum ömür diye. Çocukken gittiğim okulun önünde koruluğa doğru bir caddenin inceldiğini bilirdim, ancak onu bu kadar özleyeceğimi düşünmezdim. Düşünsem, ferah bir gönülle geçer miydim karşıya?  Caddenin üzerindeki arabaları, trafik lambalarını, kaldırımında yürüyen yetişkin insanları silikleştirip şekerci dükkanının vitrinini büyüterek, çocukları küme küme dolaştırıp kalabalıklaştırarak, okul kapısının yanındaki küçücük bankı uzatıp genişleterek devingen bir bellek kaydı oluşturduğumu bilseydim; bu kaydın yıllar sonra Cunda’da içime düşeceğini ve gözlerimden şıpır şıpır yaşlar döktüreceğini kestirseydim ben o caddeyi her gün gönül rahatlığıyla kat edebilir miydim? Cumartesi günleri okul yarım gündü ve Monsieur Phillippe bizi kilisenin hemen ilerisinde, pazarın kurulduğu meydanın kuzeyindeki evine götürüp çocuk algısıyla çok yaşlı sandığımız ama ancak elli beş altmış yaşlarındaki karısının hazırladığı çöreklerden ve portakal suyundan bize ikram ettiğinde ben müdür yardımcısı olan bu sevimli adama, Monsieur Phillippe’e sıkı sıkı sarılmaz mıydım? Oysa ben, o evin bahçesinde koyu bir gölge altında sadece çörek yiyip portakal suyu içen; tüm çocuklar gibi ancak sevilmeyi bilip henüz sevdiğini göstermeyi öğrenmemiş kısa saçlı bencil bir kızdım.  Evet, hepsi olması gerektiği gibiydi; çocukken bilmeden, özensizce yaşıyoruz;  büyüyünce de bu hoyratça geçip giden çocukluğumuzu hatırlıyoruz. Çocukluğumuzun hoyratça geçip gidişinin bizi çaresiz bıraktığı ama  kusursuz bir geçmiş yaşadığımız yanılgısıyla çirkin şimdimizi aydınlattığı  doğru değil mi? Hatalı bulduğumuz hayatla mücadele için tek sığınağımız olan çocukluğumuz ve ondan doğan anılar, nesneleri ve insanları kusursuzlaştırdığımız kesitlerden oluşuyor.  Yine çocukluğumuz onu hangi yoksunluklarla yaşarsak yaşayalım, kusursuzluk yanılgısıyla ruhumuzu sarıyor, başımız bu dünyayla belaya girdikçe bizi onu süreğen biçimde anımsamaya mahkum ediyor. Peki neden şimdi? Neden Cunda’da ben bu özlemi bu kadar derinden hissediyorum? Martılar yüzünden mi? Martılar kulağıma ara ara fısıldadıkları gibi gece olduğunda insanın gözünün gördüğü yerlerden uzak köşelere sığınmayacaklar mı? Dönüp gittikleri gizli yuvalarına saklamayacaklar mı ruhlarını? Ruhumu saklamak mı istiyorum çocukluğumun geçtiği kente? Orada o ruhu yıkayıp tekrar diriltmek mi istiyorum hayata?  Ben Cunda’da, ülkemin en sevdiğim yerindeyim. Ama çocukluğum çok uzakta başka bir ülkede kaldı. İnsanın en büyük ayrıcalıklarından biri çocukluğunun geçtiği kentlere, kasabalara dilediği zaman uzanabilmesidir. Mimarisi değişse de, tanıdığı tüm insanlar o diyardan göçüp gitse de tepesinde duran gök, başına inen yağmur insanı çocukluğuna götürmeye yetecektir. Ben yurtsuzum şimdi. Çünkü insanın yurdu çocukluğudur. Elbet bir gün yine gidilir; ama şimdilik bu uzaklığa tesellim yok. Belki son yudumu içip yerimden kalkarsam; limanın sonundaki salaş kahvehaneye oturup bir çay içersem ilk gençlik yıllarıma yelken açarım. Çocukluğumdan çok başka şeyler vaat eder ilk gençlik yıllarında varettiğim bellek kayıtlarım.  Huzurdan çok ikircik, uyumdan çok ötekilik çağrıştıran bu kayıtlar bana neler eder bilemem. Ama şimdiyi, otuzlarımı unutmak istediğimden eminim. Dünyayı anladığını sanmış, ona tanımlar vermiş, onu sınıflandırmış bir akıl şimdi bana fazla gelir. ”

KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...