14 Nisan 2014 Pazartesi

BİZ NEDEN BU KADAR ÜZGÜNÜZ ANKARA?

14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi'nin 1. sayısındaki yazımdır: BİZ NEDEN BU KADAR ÜZGÜNÜZ ANKARA?
  
“Siz de benim gibi/ Günleri/ Sevgiyle isteyerek/ Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
/ Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa,
Ankara güneşi sizin de/ Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata'nın izinde/ Gitmekten başka bir kavramı olmayan/ Cumhuriyet çocuğu olarak yayan,/ Pis pis gezdiyseniz ( O sıralarda adı Opera Meydanı olan)/Hergele Meydanı'nda, bu sarı ve tozlu alan/ İğrendirmediyse sizi,/ Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi/ Kaybettiniz (benim gibi)”
       Oğuz Atay-Tutunamayanlar[1]

Barış Bıçakçı’nın Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra[2] ve Aramızdaki En Kısa Mesafe[3] adlı yarı öykü yarı roman kitapları, Ankara’nın neden bu kadar üzgün olduğu gizemini çözmemize yardım ediyor.
İstanbullular Ankara’yı “renksiz, mutsuz, içine kapanık” olmakla suçlayıp  Ankara’da yaşayanları da bu niteliklerle özdeşleştirirler. Kabul etmek zor olsa da  Ankara için tüm bu söylenenler doğrudur: Bu şehir cumhuriyetten bu yana hüzünlü ve düşüncelidir. Ankara’da bir süreliğine bile yaşamış olan hiçbir entelektüel bu niteliklerden kendini koruyamaz. Yazının başındaki Oğuz Atay epigrafından da anlaşılacağı gibi Ankaralı aydınlar, cumhuriyetin verdiği sorumlulukları yüklenmiş, ferah denizleri olan kentlerde yaşamayı aklına bile getirmemiş, gösterişten uzak  yaşamayı yüceltmiş, memleket meselelerini hem belleğinde hem kalbinde ödev gibi taşımıştır. Bu tavır, onları kederli gösterse de Ankaralı aydınlar bu durumdan şikayetçi değillerdir.
Tutunamayanlar’da Oğuz Atay’la Ankara uzaktan uzağa ama uzun süre bakışırlar. Yazar, çok yaklaşmak istemez kente, fakat kurtulamaz da ondan. “When I was a little child/ Bir yokluktu Ankara (s.114)” dizeleriyle sahneye çıkardığı Ankara’yı yazar, roman boyu kovalar. Babama Mektup[4] öyküsünde Oğuz Atay’a Ankara, yoksulluğu ve yerine getirilmemiş siyasi sorumlulukları anımsatır. Kolay değildir, milletvekili bir oğul solculuğu seçmiş, üstelik babasına karşı maddi manevi açıdan kaybetmiştir. Öykü karakteri, ne babasının istediği gibi olmayı kabul edebilmiş ne de ona benzemekten kurtulabilmiştir. Hep mutsuz olunur Ankara’da, genelde kaybedilir. Sorumluluklardan kurtulup özgürce yaşamak için buralardan kaçılması gerekir. Ankaralı aydın bir gün taşınıp gitse de İstanbul’a, aklı fikri Ankara’da kalır. Ankara bu ülkenin vicdanıdır, ona bütünüyle sırt çevrilmez.
Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, Başak’ın intiharını anlatır. Kitabın her bölümü/öyküsü bu intiharın nedeninden çok yankılarıyla ilgilenir. Başak’ın kardeşi Umut, annesi Nermin Hanım, arkadaşları, yakınları Başak’ın intiharına kendi yaşamları odağında anlamlar yükler, sonra yollarına devam ederler. Başak, Ankara’nın apartman dairelerinde, parklarında, sokak aralarında, kafelerinde tüm bu insanlarca düşünülür, özlenir. Karakterler  birkaç sayfada kendi yaşamlarını özetler ve geri çekilirler. Bu kentin öyle çok insanı, öyle çok öyküsü vardır ki hiçbir karakter okurun zamanını almak istemez. Okur çok tanıdık bulduğu tüm bu kişileri çok sever, hepsinde Ankara’nın başka bir ruhunu izler.
Ankara’dan sıkılıp nefret eden, ondan kaçıp gitmek isteyenlere bir çift sözü vardır Umut’un arkadaşı Abidin’in:
“Ankara’yı kötülemenin bir anlamı yok. Kötülemek konusunda düşünemeyeceğin kadar yaratıcı olabilirim, başımıza gelen tüm belaları Ankara’dan bilebilirim, ama dediğim gibi anlamsız. Benim için artık bir şehirden, yaşadığın bir yerden nefret etmek kendini aşırı sevmek anlamına geliyor (s. 17)”.
Bir zorunluk olmadığı halde Ankara’dan ayrılan, gidişine hep bir kılıf bulmaya çalışır. Bu kent boğuyordur onu ya da bu kenttekiler onun kıymetini bilmiyordur vs. Gerekçesiz gitmeler Ankara’da pek hoş karşılanmaz.
İntihar eden Başak, Ankara’yı şöyle anlatır:
“Çünkü bu şehir de diğer şehirlere benziyor. Burada da karnını doyurmak, başını sokacak bir yer bulmak, hastaneye, karakola düşmek gibi dertler var. Bu şehirde de geceleri duvarlara yazı yazarken bir şey gelip insanın bileğinden tutuyor, tabii bu yüzden bazı harfler atlanıyor, sözcükler yanlış yazılıyor. Sonuçta bu şehirde de çoğunluk aynı kanıyı paylaşıyor: Anarşistler imla bilmiyor (s. 78)”.
Ülkenin hal-i pür melalinin bir örneği olan Ankara’da tüm yanlışlar, eksikler batıverir gören göze. Başak, Ankara’nın tüm kederini görmüş ve omuzlamış olanlardandır. Sanılanın aksine, herkes dünyanın adaletsizliğini kanıksayamaz ve bu dünyada yaşamaya dayanamaz.
Ahmet ve Umut, Başak’ı konuşmak için buluştukları Kızılay Flamingo’dan çıkıp Yüksel Caddesine yürürler:
“Caddede her zamanki Cumartesi kalabalığının dışında bir kalabalık vardı. Günün her saatinde orada olan ayyaşların, dilencilerin, çöp toplayan çocukların, banklarda oturup gelen geçenleri seyreden karanlık suratlı adamların, seyyar satıcıların, gezmeye çıkmış gençlerin dışında bir kalabalık. Konur Sokağı’nın köşesinde, İnsan Hakları Heykeli’nin çevresinde, kırk-elli kişilik bir topluluk basın açıklaması yapıyor, yumruklarını sallaya sallaya slogan atıyordu. Onları gazeteciler, sivil polisler çevrelemişti. Biraz ötede Karanfil Sokağı’nın köşesinde çevik kuvvet ekibi, yarı insan boyundaki kalkanlara dayanmış çift sıra halinde bekliyordu.
Umut ile Ahmet bu kalabalığın ortasında bir an büyülenmiş gibi kaldı. Cumartesi gününün çevrelerinde hafifçe çalkalanarak mayalandığını, hayat denen o şeye dönüştüğünü, bunun hep böyle olduğunu hissediyorlardı. Gördükleri her şeyin, işittikleri her sesin Başak’ın ölümüyle ve yaşamıyla bir ilgisi olduğunu hissediyorlardı (s.83)”.
Yüksel Caddesi’nin olağan dışı kalabalıkları, aslında olağan hale gelmiştir. Öte yandan Ankara, bazı olağanlıkları, olağan dışı görmeyi sürdürebilmiştir.
Başak ve kardeşi Umut, yılları siyasi mücadele ile geçmiş annesi ve arkadaşlarının yaşamlarını bir romanda anlatmayı çok istemişler fakat yapamamışlardır. Anneleri Nermin Hanım ve onun arkadaşları için “ Bizi ülkemizin cereyanlı havasından koruyacağına inandığımız bir hırka (s.90)” derler. Başak da Umut da kendilerinden büyük o insanları “o kuşak” diye değil “hırka” olarak adlandırır.
“Tek derdimiz yerinden oynatamadığımız taşlar” diyen Başak ressam olmak ister. Yaptığı resimler umut dolu değil, karanlıktır.  Başak, yoksul çöp toplayıcılarının, manzarayı kapatan gri blokların resimlerini yapar. Sanatçı olamayacak kadar gerçeğe sıkı sıkıya bağlıdır. Başak, gerçeklerden büsbütün kurtulup düşler kuramaz, kardeşi Umut’la oynadığı “Babamız Nerede?” oyunu hariç....
Umut kahvaltı yaparken okuduğu gazetede, örgüt evi diye operasyon yapılan bir evde arkadaşının öldüğünü okur. Kahvaltı ederken bu haberi okumak ona dokunur. “Hangi haberi okuduğumda normal hayatımı sürdürmeyi bırakacağım(s.105),” diye sorar kendine. Bu soru Ankaralı aydının aklına sıkça düşer. Ankara’da olmak, bazı işleri yoluna koymak için bir şeyler yapıldığında başını belaya sokmak, yapılmadığında vicdan azabı çekmek demektir.
Umut, Dostoyevski’ye gönderme yaparak, kitapların onu hastalandırdığını söyler. Önünde sonunda okumak insanı mutsuz eder. Ankaralı aydınlar okuya okuya, haksızlıklara, her fırsatta, biraz öfkeli bir yüzle, Yüksel Caddesi’nde, Sakarya’da, Abdi İpekçi Parkı’nda, Kızılay Meydanında karşı çıkarlar. Ne bir deniz onların gönlünü alır, ne eğlence dünyasının ışıltıları onlara yaşananları unutturur. Ankara’nın belleğinde, giderilmemiş toplumsal acılar unutulmadan birikir, büyür. 
Barış Bıçakçı, Aramızdaki En Kısa Mesafe’de Ankara’nın içe dönük, düzenli, ilkeli, orta sınıf yaşantısını betimler. Felsefe profesörü fakat yasaklı olduğu için işinden alıkonulan bir babaları olan iki küçük kardeş, annelerine destek olmak için Bahçelievler’de boza satmaya çalışırlar. Akrabaları Necdet Amca ile babası siyasi bir tartışmaya girer ve bir akşam oturmasında evde kavga çıkar. Sağ sol çatışmasının ev içlerine girdiği Ankara günleri anlatılır bu kitapta. Herkes herkesi “işbirlikçi” olmakla suçlar, kimse masum değildir ya da herkes masum olduğunu iddia etmektedir.
İstanbul’a kaçan küçük erkek kardeşin arkasından gelen ağabeyin öyküsü de vardır bu kitapta, filmlerdeki Selma Güneri’ye aşık küçük bir oğlan çocuğunun da, Abdi İpekçi Parkı’ndaki gösteriye gitmek üzere olan genç bir delikanlının da...
Aramızdaki En Kısa Mesafe’de de bir intihara tanık oluruz. Felsefe profesörü baba intihar eder. “Oysa babam her şeye akıl erdirmek istiyordu (s.90)” diyen öykü anlatıcısı, insanların yaşamda pek çok şeye akıl erdiremeden yaşayıp gitmeyi kabul ettiklerini ima eder. Hangisi olmak daha doğru, bunun kararı okuyucuya bırakılır. Ankaralı yazar Barış Bıçakçı, okuru bir vicdan azabına daha davet eder, yaşamanın vicdan azabına...
Aramızdaki En Kısa Mesafe’de, Keçiören, Aşağı Eğlence, Emek ve Gazi Mahallesi’nde dolaşan öykü karakterleri bize geniş bir Ankara çemberi çizer. Her sokak bize hüzün verir, hiçbirinde hoplayıp zıplamaya heveslenmeyiz. Ankara hep ve her şey için sorumludur. Bu yüzden ciddidir, boşa harcanacak, keyif çatacak zamanı yoktur.  Ankaralı yazarların da Ankara’yı anlatan yazarların da bilmeden sezdiği belki bu sorumluluk ve vicdan azabı duygusudur. Bir çocuk gibi taşkınlık yapmayı beceremez Ankara. Hep ağabeydir o, hep en önde oturan çalışkan çocuktur.


[1] Atay, Oğuz. (2013). Tutunamayanlar. İletişim Yayınları. İstanbul.
[2] Bıçakçı, Barış (2013). Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra. İletişim Yayınları. İstanbul.
[3] Bıçakçı, Barış (2013). Aramızdaki En Kısa Mesafe. İletişim Yayınları. İstanbul.
[4] Atay, Oğuz. (2013). Korkuyu Beklerken. İletişim Yayınları. İstanbul.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...