14
Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi'nin 1. sayısındaki yazımdır: BİZ NEDEN BU KADAR ÜZGÜNÜZ ANKARA?
“Siz de benim gibi/ Günleri/ Sevgiyle isteyerek/ Değil de,
takvimden yaprak koparır gibi gerçek
/ Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa,
Ankara
güneşi sizin de/ Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata'nın izinde/ Gitmekten başka bir
kavramı olmayan/ Cumhuriyet çocuğu olarak yayan,/ Pis pis gezdiyseniz ( O
sıralarda adı Opera Meydanı olan)/Hergele Meydanı'nda, bu sarı ve tozlu alan/
İğrendirmediyse sizi,/ Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız
denizi/ Kaybettiniz (benim gibi)”
Oğuz Atay-Tutunamayanlar[1]
Barış
Bıçakçı’nın Bir Süre Yere Paralel
Gittikten Sonra[2]
ve Aramızdaki En Kısa Mesafe[3]
adlı yarı öykü yarı roman kitapları, Ankara’nın neden bu kadar üzgün olduğu
gizemini çözmemize yardım ediyor.
İstanbullular
Ankara’yı “renksiz, mutsuz, içine kapanık” olmakla suçlayıp Ankara’da yaşayanları da bu niteliklerle özdeşleştirirler.
Kabul etmek zor olsa da Ankara için tüm bu
söylenenler doğrudur: Bu şehir cumhuriyetten bu yana hüzünlü ve düşüncelidir. Ankara’da bir süreliğine bile yaşamış olan
hiçbir entelektüel bu niteliklerden kendini koruyamaz. Yazının başındaki Oğuz
Atay epigrafından da anlaşılacağı gibi Ankaralı aydınlar, cumhuriyetin verdiği
sorumlulukları yüklenmiş, ferah denizleri olan kentlerde yaşamayı aklına bile
getirmemiş, gösterişten uzak yaşamayı yüceltmiş,
memleket meselelerini hem belleğinde hem kalbinde ödev gibi taşımıştır. Bu
tavır, onları kederli gösterse de Ankaralı aydınlar bu durumdan şikayetçi
değillerdir.
Tutunamayanlar’da Oğuz Atay’la Ankara uzaktan
uzağa ama uzun süre bakışırlar. Yazar, çok yaklaşmak istemez kente, fakat
kurtulamaz da ondan. “When I was a little
child/ Bir yokluktu Ankara (s.114)” dizeleriyle sahneye çıkardığı Ankara’yı yazar, roman boyu kovalar. Babama Mektup[4] öyküsünde
Oğuz Atay’a Ankara, yoksulluğu ve yerine getirilmemiş siyasi sorumlulukları
anımsatır. Kolay değildir, milletvekili bir oğul solculuğu seçmiş, üstelik
babasına karşı maddi manevi açıdan kaybetmiştir. Öykü karakteri, ne babasının
istediği gibi olmayı kabul edebilmiş ne de ona benzemekten kurtulabilmiştir.
Hep mutsuz olunur Ankara’da, genelde kaybedilir. Sorumluluklardan kurtulup özgürce
yaşamak için buralardan kaçılması gerekir. Ankaralı aydın bir gün taşınıp gitse
de İstanbul’a, aklı fikri Ankara’da kalır. Ankara bu ülkenin vicdanıdır, ona bütünüyle
sırt çevrilmez.
Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, Başak’ın intiharını
anlatır. Kitabın her bölümü/öyküsü bu intiharın nedeninden çok yankılarıyla
ilgilenir. Başak’ın kardeşi Umut, annesi Nermin Hanım, arkadaşları, yakınları
Başak’ın intiharına kendi yaşamları odağında anlamlar yükler, sonra yollarına
devam ederler. Başak, Ankara’nın apartman dairelerinde, parklarında, sokak
aralarında, kafelerinde tüm bu insanlarca düşünülür, özlenir. Karakterler birkaç sayfada kendi yaşamlarını özetler ve
geri çekilirler. Bu kentin öyle çok insanı, öyle çok öyküsü vardır ki hiçbir
karakter okurun zamanını almak istemez. Okur çok tanıdık bulduğu tüm bu
kişileri çok sever, hepsinde Ankara’nın başka bir ruhunu izler.
Ankara’dan sıkılıp nefret eden, ondan kaçıp gitmek isteyenlere bir
çift sözü vardır Umut’un arkadaşı Abidin’in:
“Ankara’yı kötülemenin
bir anlamı yok. Kötülemek konusunda düşünemeyeceğin kadar yaratıcı olabilirim,
başımıza gelen tüm belaları Ankara’dan bilebilirim, ama dediğim gibi anlamsız. Benim
için artık bir şehirden, yaşadığın bir yerden nefret etmek kendini aşırı sevmek
anlamına geliyor (s. 17)”.
Bir zorunluk olmadığı halde Ankara’dan ayrılan, gidişine hep bir
kılıf bulmaya çalışır. Bu kent boğuyordur onu ya da bu kenttekiler onun kıymetini
bilmiyordur vs. Gerekçesiz gitmeler Ankara’da pek hoş karşılanmaz.
İntihar eden Başak, Ankara’yı şöyle anlatır:
“Çünkü bu şehir de diğer
şehirlere benziyor. Burada da karnını doyurmak, başını sokacak bir yer bulmak,
hastaneye, karakola düşmek gibi dertler var. Bu şehirde de geceleri duvarlara
yazı yazarken bir şey gelip insanın bileğinden tutuyor, tabii bu yüzden bazı
harfler atlanıyor, sözcükler yanlış yazılıyor. Sonuçta bu şehirde de çoğunluk
aynı kanıyı paylaşıyor: Anarşistler imla bilmiyor (s. 78)”.
Ülkenin hal-i pür melalinin bir örneği olan Ankara’da tüm
yanlışlar, eksikler batıverir gören göze. Başak, Ankara’nın tüm kederini görmüş
ve omuzlamış olanlardandır. Sanılanın aksine, herkes dünyanın adaletsizliğini
kanıksayamaz ve bu dünyada yaşamaya dayanamaz.
Ahmet ve Umut, Başak’ı konuşmak için buluştukları Kızılay Flamingo’dan
çıkıp Yüksel Caddesine yürürler:
“Caddede her
zamanki Cumartesi kalabalığının dışında bir kalabalık vardı. Günün her saatinde
orada olan ayyaşların, dilencilerin, çöp toplayan çocukların, banklarda oturup
gelen geçenleri seyreden karanlık suratlı adamların, seyyar satıcıların,
gezmeye çıkmış gençlerin dışında bir kalabalık. Konur Sokağı’nın köşesinde,
İnsan Hakları Heykeli’nin çevresinde, kırk-elli kişilik bir topluluk basın
açıklaması yapıyor, yumruklarını sallaya sallaya slogan atıyordu. Onları gazeteciler,
sivil polisler çevrelemişti. Biraz ötede Karanfil Sokağı’nın köşesinde çevik
kuvvet ekibi, yarı insan boyundaki kalkanlara dayanmış çift sıra halinde
bekliyordu.
Umut ile Ahmet bu
kalabalığın ortasında bir an büyülenmiş gibi kaldı. Cumartesi gününün
çevrelerinde hafifçe çalkalanarak mayalandığını, hayat denen o şeye
dönüştüğünü, bunun hep böyle olduğunu hissediyorlardı. Gördükleri her şeyin,
işittikleri her sesin Başak’ın ölümüyle ve yaşamıyla bir ilgisi olduğunu
hissediyorlardı (s.83)”.
Yüksel Caddesi’nin olağan dışı kalabalıkları, aslında olağan
hale gelmiştir. Öte yandan Ankara, bazı olağanlıkları, olağan dışı görmeyi sürdürebilmiştir.
Başak ve kardeşi Umut, yılları siyasi mücadele ile geçmiş annesi
ve arkadaşlarının yaşamlarını bir romanda anlatmayı çok istemişler fakat
yapamamışlardır. Anneleri Nermin Hanım ve onun arkadaşları için “ Bizi
ülkemizin cereyanlı havasından koruyacağına inandığımız bir hırka (s.90)”
derler. Başak da Umut da kendilerinden büyük o insanları “o kuşak” diye değil
“hırka” olarak adlandırır.
“Tek derdimiz
yerinden oynatamadığımız taşlar” diyen Başak ressam olmak ister. Yaptığı resimler umut dolu
değil, karanlıktır. Başak, yoksul çöp
toplayıcılarının, manzarayı kapatan gri blokların resimlerini yapar. Sanatçı
olamayacak kadar gerçeğe sıkı sıkıya bağlıdır. Başak, gerçeklerden büsbütün
kurtulup düşler kuramaz, kardeşi Umut’la oynadığı “Babamız Nerede?” oyunu
hariç....
Umut kahvaltı yaparken okuduğu gazetede, örgüt evi diye
operasyon yapılan bir evde arkadaşının öldüğünü okur. Kahvaltı ederken bu
haberi okumak ona dokunur. “Hangi haberi
okuduğumda normal hayatımı sürdürmeyi bırakacağım(s.105),” diye sorar
kendine. Bu soru Ankaralı aydının aklına sıkça düşer. Ankara’da olmak, bazı
işleri yoluna koymak için bir şeyler yapıldığında başını belaya sokmak,
yapılmadığında vicdan azabı çekmek demektir.
Umut, Dostoyevski’ye gönderme yaparak, kitapların onu
hastalandırdığını söyler. Önünde sonunda okumak insanı mutsuz eder. Ankaralı
aydınlar okuya okuya, haksızlıklara, her fırsatta, biraz öfkeli bir yüzle,
Yüksel Caddesi’nde, Sakarya’da, Abdi İpekçi Parkı’nda, Kızılay Meydanında karşı
çıkarlar. Ne bir deniz onların gönlünü alır, ne eğlence dünyasının ışıltıları
onlara yaşananları unutturur. Ankara’nın belleğinde, giderilmemiş toplumsal acılar
unutulmadan birikir, büyür.
Barış Bıçakçı, Aramızdaki
En Kısa Mesafe’de Ankara’nın içe dönük, düzenli, ilkeli, orta sınıf
yaşantısını betimler. Felsefe profesörü fakat yasaklı olduğu için işinden
alıkonulan bir babaları olan iki küçük kardeş, annelerine destek olmak için
Bahçelievler’de boza satmaya çalışırlar. Akrabaları Necdet Amca ile babası
siyasi bir tartışmaya girer ve bir akşam oturmasında evde kavga çıkar. Sağ sol
çatışmasının ev içlerine girdiği Ankara günleri anlatılır bu kitapta. Herkes
herkesi “işbirlikçi” olmakla suçlar, kimse masum değildir ya da herkes masum
olduğunu iddia etmektedir.
İstanbul’a kaçan küçük erkek kardeşin arkasından gelen ağabeyin
öyküsü de vardır bu kitapta, filmlerdeki Selma Güneri’ye aşık küçük bir oğlan
çocuğunun da, Abdi İpekçi Parkı’ndaki gösteriye gitmek üzere olan genç bir
delikanlının da...
Aramızdaki En Kısa Mesafe’de de bir intihara tanık oluruz.
Felsefe profesörü baba intihar eder. “Oysa
babam her şeye akıl erdirmek istiyordu (s.90)” diyen öykü anlatıcısı,
insanların yaşamda pek çok şeye akıl erdiremeden yaşayıp gitmeyi kabul
ettiklerini ima eder. Hangisi olmak daha doğru, bunun kararı okuyucuya
bırakılır. Ankaralı yazar Barış Bıçakçı, okuru bir vicdan azabına daha davet
eder, yaşamanın vicdan azabına...
Aramızdaki En Kısa Mesafe’de, Keçiören, Aşağı Eğlence, Emek ve
Gazi Mahallesi’nde dolaşan öykü karakterleri bize geniş bir Ankara çemberi
çizer. Her sokak bize hüzün verir, hiçbirinde hoplayıp zıplamaya heveslenmeyiz.
Ankara hep ve her şey için sorumludur. Bu yüzden ciddidir, boşa harcanacak,
keyif çatacak zamanı yoktur. Ankaralı
yazarların da Ankara’yı anlatan yazarların da bilmeden sezdiği belki bu sorumluluk
ve vicdan azabı duygusudur. Bir çocuk gibi taşkınlık yapmayı beceremez Ankara.
Hep ağabeydir o, hep en önde oturan çalışkan çocuktur.
[1] Atay, Oğuz. (2013). Tutunamayanlar. İletişim Yayınları. İstanbul.
[2] Bıçakçı, Barış (2013). Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra. İletişim Yayınları.
İstanbul.
[3] Bıçakçı, Barış (2013). Aramızdaki En Kısa Mesafe. İletişim Yayınları. İstanbul.
[4] Atay, Oğuz. (2013). Korkuyu Beklerken. İletişim Yayınları. İstanbul.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.