17 Aralık 2016 Cumartesi

YABANCI OLMAK İYİDİR


Yabancıdan zarar gelmez , buralı olan bitirir dünyayı.
Tezer Özlü’den Bilge Karasu’ya, Yusuf Atılgan’dan Oğuz Atay’a kadar neredeyse tüm modernist yazarlarımız “yabancılaşma” kavramıyla etiketlenmişlerdir. Bu yazarlar,  sözde “halktan kopuk, yaşamdan kopuk kurgu karakterleriyle”  açlık, yoksulluk gibi “gerçek” sorunlardan uzaklaşmışlardır. Toplumsal kurallarla dertleri olduğu için “öteki” sayılmışlardır. Onlarla ilgili yazılan kimi edebiyat eleştirisi yazılarında “Aslında toplumsal değerlerimizle barışsalardı, bizim gibi ne de güzel mutlu olurlardı,” düşüncesinin gizil olarak okuyucuya verildiğini düşünürüz. Bu bakış açısıyla yazılan eleştirilerde, yabancılaşmış yazarlarımız bu duruma kendileri de düşmemiştir. Yabancılaşmayı konu edinen yazarlarımız, başta Virginia Woolf ve James Joyse olmak üzere “Batıılılara özenerek” onların yitirdiği manevi değerleri sanki biz de yitirmişiz gibi davranmışlar ve topluma sırtlarını dönmüşlerdir. Halbuki değerlerimiz yerli yerinde duruyordur.  Sanki toplumsal değerlerle barışmak isteğe bağlıymış gibi toplumsal dayatmalara gözü kapatmak sanki iyi bir şeymiş gibi... Ki değer diye adlandırdığımız kavram toplumdan öte kişiden kişiye değişir; bana değerli gelen size gelmeyebilir.
Yaşama yabancılık, insanlara yabancılık sahiden kötü müdür? Yeniden düşünelim.
Yabancılaşma kavramını ilk kez kullananlardan biri Marx’tır. Ona göre bir fabrika işçisinin ürettiği nesneyi kullanmayı bilmemesi yabancılaşmayı getirir. Örneğin makarna fabrikasında çalışan işçinin tek başına evde tüm öğeleriyle makarna yapıp pişirememesi ya da üretiminde payı olduğu arabayı satın alamaması gibi. Bu durumdaki işçinin yabancılaşması doğaldır; doğal olmayan yabancılaşmamasıdır. Çünkü üretim odaklı yaşayan insan, komutlarla iş gören bir  robota dönüşmüştür.
Yalnız ekonomik açıdan değil doğa ve modern yaşam arasında da yabancılaşmadan söz edilir. Örneğin bir zamanlar insan, toprak üzerinde kendi yiyeceklerini üretirken apartman tipli modern yaşama geçince balkonun küçük bir sera yapar. Bu durum modern insanın doğaya yabancılaştığının belirtisidir. Doğayı özleyen değil özlemeyen tuhaf ve tehlikelidir. Çünkü insan doğadan uzaklaştıkça mutsuz olur. İnsanın mutsuzluğunu anlaması yani yabancılaşmaya yabancılaşması doğaya dönüş için umut vericidir.  
Modern tiyatroda Brecht yabacılaştırma kuramını geliştirir. Bu kuram seyircinin “büyülenme” oyuncunun “inandırma reflekslerini yok eder; yabancılaştırma tekniği tiyatroyu modern dünya insanın yaşamı gibi yapay ve tedirgin kılar.
Felsefede ve edebiyatta yabancılık/yabancılaşma daha genel bir insanlık durumdur. Yabancılaşma, insanın kendisine ve çevresine dönük kayıtsızlığı ve beklentisizliğiyle başlar. Modern yaşamdan ve modern kavramlardan geri dönemeyeceğimize göre ve arkaik olarak doğal yaşamla uyumlu halimizi de özlediğimize göre, yabancılaşma hepimiz için kaçınılmazdır. İki binli yıllardan sonra kentte yaşayan modern insanlar yıllar yılı kazandıkları özgürlüklerinden artık vazgeçmek istemezler; modayı takip etmekten ve şebeke suyu kullanmaktan da kendini uzak tutamazlar. Öte yandan modern insan,  insanlık tarihinde pek çok olumlu gelişme olduğunu gözlemlese de hala sonlandıramadığı olumsuzluklara  da (savaşlar, adaletsizlikler, hastalıklar, vs.) kendisinin dünyada varoluş biçimine de razı olmayabilir. Bir türlü sonlanmayan kadim olumsuzluklar ve insanın kendisinin dünyada varoluş biçiminden hoşnut olmaması, onu yabancılaşmaya, yani yaşamda olup bitenleri yadırgamaya iter.
Sartre da söyler Pascal da, Camus de, “Biz bu dünyanın yabancısıyız,” diye. Yalnız onlar değil tüm insanlar olarak bu dünyanın yabancısıyız. Nereden geldiğini bilmediiği gibi buradan nereye gideceğini de bilmez insan; bilmediği için sadece inanır  buradan önceye ve buradan sonrasına. Böylelikle “buralı” olur. Buranın ona emanet olduğuna, burayı elde etmek gerektiğine, bu uğurda zafer kazanmaya, burayı dize getirmeye inanır.
 Kendini “buralı” saymayan herkes yabancıdır. Bazıları bir türlü sahiplenemez oturduğu evi, tanıdığı insanları, her gün geçtiği sokağı. Bu nedenle hep meraklı , nahif, kırılgan, belleği açıktır.
Çokluk ise buralı bilir kendini , ondan öyle rahat rahat yakıp yıkar, ahkam keser, tarafını seçer, “tarafını seç” der. O hep “buralar benim”cidir. Kendine ait mahalleye,  kente, ülkeye yakıştıramadığına “Biz burada yabancıları sevmeyiz,” deyip göz dağı verir. Yabancı olan yola gelmezse buralılar tarafından cezalandırılır, sürülür ya da yok edilir.   
Bir kente alışma süreci düşünülürse, yabancılık daha iyi anlaşılır. Yaşamaya gelinen kentteki ilk zamanların tedirginliği, oralı olanlara yabancının kendini  anlatmaya, tanıtmaya çalışırkenki çırpınışları anımsanmalıdır. Yabancıların “Aman yanlış anlaşılmayayım,” diye sözünü tartarak konuşmalarını düşünün. Yabancıların sadece konuştukları değil nasıl göründükleri de buralıları tedirgin edebilir. Belki giydiği eteğin rengini  beğenmezler, belki saçlarının biçimi onlara iddialı gelir, belki de elindeki kitap hayrete düşürür kentin ahalisini.
Bazılarının yabancılığı gitmek bilmez. Hatta yabancılıkları, matematikteki artarak artan fonksiyonla yaşar gider. Yabancı, güvendiği diğer yabancılarla dostluk kurar. Buralılar, onu ilginç bulsalar da kendilerine yakın görmezler. Bu durumda yabancı, bir sirk maymunu olmak yerine kabuğuna çekilir.
Yabancı, bir gün gideceğini bilendir. Ona göre hiç kimse ev sahibi hiç kimse kiracı değildir. Yani yabancı efendi de olmaz köle de. Buralı olana hayretle bakar o. Ondaki rahatlığı ve buralı oluşa inancı anlayamaz.
Yabancı, yediklerinin tadını daha çok alır; bir gün yiyemeyeceğini bilir de ondan. Yabancı göğe hayranlıkla bakar, bir gün göremeyeceğini bildiği göğe. Yabancı caddeden akan arabaların arasından bile kuş sesini duyar, çünkü o hep doğaya döneceğini bildiğinden ona karşı duyarlıdır. Yabancı hep vedalaşır gibi yaşar.; bu nedenle kıymet bilir; toprağa da suya da ağaca da çocuklara da düşkünlüğü bundandır.
Hegel  Geçmişi yani tarihi durup seyrettiğimde ilk gördüğüm yıkıntılardır,” der. Doğru, geçmiş kötüdür. Geçmiş yanlışlarla doludur. Üstelik dün de geçmiştir, bir ay öncesi de bir yıl öncesi de, otuz yıl öncesi de…  Demek ki yabancıların yani bu dünyada gelip geçici olduğunu bilenlerin sağduyusu ve sahiplenmeden yaşayanların barışçıllığı bu dünyadan sanki hiç gitmeyeceğini sananların ya da bu dünyada elde ettiklerini yanında götüreceklerini düşünenlerin tamahkarlığıyla yıkıma uğruyor.
Nietzsche “Tehlikede yaşayın,” diyor.  Çünkü elde ettiğiniz her şey mesela özgürlük, mesela sevgi, mesela eşitlik mesela bilim, bir gün  elinizden kayıp gidebilir. İnsanlık unutkandır, bir bakar yüz bin kere tövbe ettiği savaşlara geri dönmüş. Bir bakmışsınız herkesin elinde silah, herkes sağa sola ateş ediyor. Peki , dersiniz onca acı boşuna mı çekildi; onca sözleşme, anlaşma boşuna mı yapıldı? Bir anda bu dünyada yabancı olduğunu unutmuş olan birilerinin bu dünyayı sahiplenip yabancılığından vazgeçmemiş olanları hizaya getirebildiğini anlarsınız. Ortega y Gasset’in söylediği gibi insan/yabancı, elde ettiklerini daima hatırlamalıdır. İnsanlık, elde ettiklerini aklında tutmak için onları sanatla ve bilimle çoğaltmalıdır. Bu dünyanın yabancısı olan insanlar, yüzlerce binlerce kez yinelemelidirler yaşamda buldukları anlamları. Çünkü bunu yapmaktan vazgeçerlerse Sisifos’un laneti gerçekleşecek, binbir emekle tepeye çıkardıkları taş, aşağı yuvarlanacaktır.
Didinip durmalıdır yabancı, geldiği dünya daha iyi bir yer olsun diye. Yaşadığı kent daha mutlu bir kent olsun , içinde yaşayanlar birbirini sevsin diye. Yabancı, buralılar onun çabalarını ziyan etse de vazgeçmemelidir.
Çünkü vazgeçerse yabancı,  Sisifos’un laneti gerçekleşecek, binbir emekle tepeye çıkardığı taş, aşağı yuvarlanacaktır.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...