Yabancıdan
zarar gelmez , buralı olan bitirir dünyayı.
Tezer
Özlü’den Bilge Karasu’ya, Yusuf Atılgan’dan Oğuz Atay’a kadar neredeyse tüm
modernist yazarlarımız “yabancılaşma” kavramıyla etiketlenmişlerdir. Bu
yazarlar, sözde “halktan kopuk, yaşamdan
kopuk kurgu karakterleriyle” açlık,
yoksulluk gibi “gerçek” sorunlardan uzaklaşmışlardır. Toplumsal kurallarla
dertleri olduğu için “öteki” sayılmışlardır. Onlarla ilgili yazılan kimi edebiyat
eleştirisi yazılarında “Aslında toplumsal değerlerimizle barışsalardı, bizim gibi
ne de güzel mutlu olurlardı,” düşüncesinin gizil olarak okuyucuya verildiğini
düşünürüz. Bu bakış açısıyla yazılan eleştirilerde, yabancılaşmış yazarlarımız
bu duruma kendileri de düşmemiştir. Yabancılaşmayı konu edinen yazarlarımız, başta
Virginia Woolf ve James Joyse olmak üzere “Batıılılara özenerek” onların
yitirdiği manevi değerleri sanki biz de yitirmişiz gibi davranmışlar ve topluma
sırtlarını dönmüşlerdir. Halbuki değerlerimiz yerli yerinde duruyordur. Sanki toplumsal değerlerle barışmak isteğe
bağlıymış gibi toplumsal dayatmalara gözü kapatmak sanki iyi bir şeymiş gibi...
Ki değer diye adlandırdığımız kavram toplumdan öte kişiden kişiye değişir; bana
değerli gelen size gelmeyebilir.
Yabancılaşma
kavramını ilk kez kullananlardan biri Marx’tır. Ona göre bir fabrika işçisinin
ürettiği nesneyi kullanmayı bilmemesi yabancılaşmayı getirir. Örneğin makarna fabrikasında
çalışan işçinin tek başına evde tüm öğeleriyle makarna yapıp pişirememesi ya da
üretiminde payı olduğu arabayı satın alamaması gibi. Bu durumdaki işçinin
yabancılaşması doğaldır; doğal olmayan yabancılaşmamasıdır. Çünkü üretim odaklı
yaşayan insan, komutlarla iş gören bir
robota dönüşmüştür.
Yalnız
ekonomik açıdan değil doğa ve modern yaşam arasında da yabancılaşmadan söz
edilir. Örneğin bir zamanlar insan, toprak üzerinde kendi yiyeceklerini üretirken
apartman tipli modern yaşama geçince balkonun küçük bir sera yapar. Bu durum
modern insanın doğaya yabancılaştığının belirtisidir. Doğayı özleyen değil
özlemeyen tuhaf ve tehlikelidir. Çünkü insan doğadan uzaklaştıkça mutsuz olur.
İnsanın mutsuzluğunu anlaması yani yabancılaşmaya yabancılaşması doğaya dönüş
için umut vericidir.
Modern
tiyatroda Brecht yabacılaştırma kuramını geliştirir. Bu kuram seyircinin
“büyülenme” oyuncunun “inandırma reflekslerini yok eder; yabancılaştırma
tekniği tiyatroyu modern dünya insanın yaşamı gibi yapay ve tedirgin kılar.
Felsefede ve
edebiyatta yabancılık/yabancılaşma daha genel bir insanlık durumdur. Yabancılaşma,
insanın kendisine ve çevresine dönük kayıtsızlığı ve beklentisizliğiyle başlar.
Modern yaşamdan ve modern kavramlardan geri dönemeyeceğimize göre ve arkaik
olarak doğal yaşamla uyumlu halimizi de özlediğimize göre, yabancılaşma hepimiz
için kaçınılmazdır. İki binli yıllardan sonra kentte yaşayan modern insanlar yıllar
yılı kazandıkları özgürlüklerinden artık vazgeçmek istemezler; modayı takip
etmekten ve şebeke suyu kullanmaktan da kendini uzak tutamazlar. Öte yandan
modern insan, insanlık tarihinde pek çok
olumlu gelişme olduğunu gözlemlese de hala sonlandıramadığı olumsuzluklara da (savaşlar, adaletsizlikler, hastalıklar,
vs.) kendisinin dünyada varoluş biçimine de razı olmayabilir. Bir türlü
sonlanmayan kadim olumsuzluklar ve insanın kendisinin dünyada varoluş
biçiminden hoşnut olmaması, onu yabancılaşmaya, yani yaşamda olup bitenleri
yadırgamaya iter.
Sartre da
söyler Pascal da, Camus de, “Biz bu dünyanın yabancısıyız,” diye. Yalnız onlar
değil tüm insanlar olarak bu dünyanın yabancısıyız. Nereden geldiğini
bilmediiği gibi buradan nereye gideceğini de bilmez insan; bilmediği için
sadece inanır buradan önceye ve buradan sonrasına.
Böylelikle “buralı” olur. Buranın ona emanet olduğuna, burayı elde etmek
gerektiğine, bu uğurda zafer kazanmaya, burayı dize getirmeye inanır.
Kendini “buralı” saymayan herkes yabancıdır.
Bazıları bir türlü sahiplenemez oturduğu evi, tanıdığı insanları, her gün
geçtiği sokağı. Bu nedenle hep meraklı , nahif, kırılgan, belleği açıktır.
Çokluk ise buralı
bilir kendini , ondan öyle rahat rahat yakıp yıkar, ahkam keser, tarafını
seçer, “tarafını seç” der. O hep “buralar benim”cidir. Kendine ait
mahalleye, kente, ülkeye yakıştıramadığına
“Biz burada yabancıları sevmeyiz,” deyip göz dağı verir. Yabancı olan yola
gelmezse buralılar tarafından cezalandırılır, sürülür ya da yok edilir.
Bir kente
alışma süreci düşünülürse, yabancılık daha iyi anlaşılır. Yaşamaya gelinen kentteki
ilk zamanların tedirginliği, oralı olanlara yabancının kendini anlatmaya, tanıtmaya çalışırkenki
çırpınışları anımsanmalıdır. Yabancıların “Aman yanlış anlaşılmayayım,” diye
sözünü tartarak konuşmalarını düşünün. Yabancıların sadece konuştukları değil
nasıl göründükleri de buralıları tedirgin edebilir. Belki giydiği eteğin
rengini beğenmezler, belki saçlarının
biçimi onlara iddialı gelir, belki de elindeki kitap hayrete düşürür kentin
ahalisini.
Bazılarının
yabancılığı gitmek bilmez. Hatta yabancılıkları, matematikteki artarak artan
fonksiyonla yaşar gider. Yabancı, güvendiği diğer yabancılarla dostluk kurar. Buralılar,
onu ilginç bulsalar da kendilerine yakın görmezler. Bu durumda yabancı, bir sirk
maymunu olmak yerine kabuğuna çekilir.
Yabancı, bir
gün gideceğini bilendir. Ona göre hiç kimse ev sahibi hiç kimse kiracı
değildir. Yani yabancı efendi de olmaz köle de. Buralı olana hayretle bakar o. Ondaki
rahatlığı ve buralı oluşa inancı anlayamaz.
Yabancı, yediklerinin
tadını daha çok alır; bir gün yiyemeyeceğini bilir de ondan. Yabancı göğe hayranlıkla
bakar, bir gün göremeyeceğini bildiği göğe. Yabancı caddeden akan arabaların
arasından bile kuş sesini duyar, çünkü o hep doğaya döneceğini bildiğinden ona
karşı duyarlıdır. Yabancı hep vedalaşır gibi yaşar.; bu nedenle kıymet bilir;
toprağa da suya da ağaca da çocuklara da düşkünlüğü bundandır.
Hegel “Geçmişi yani tarihi durup seyrettiğimde ilk gördüğüm
yıkıntılardır,” der. Doğru, geçmiş kötüdür. Geçmiş yanlışlarla doludur. Üstelik
dün de geçmiştir, bir ay öncesi de bir yıl öncesi de, otuz yıl öncesi de… Demek ki yabancıların yani bu dünyada gelip
geçici olduğunu bilenlerin sağduyusu ve sahiplenmeden yaşayanların barışçıllığı
bu dünyadan sanki hiç gitmeyeceğini sananların ya da bu dünyada elde ettiklerini
yanında götüreceklerini düşünenlerin tamahkarlığıyla yıkıma uğruyor.
Nietzsche
“Tehlikede yaşayın,” diyor. Çünkü elde
ettiğiniz her şey mesela özgürlük, mesela sevgi, mesela eşitlik mesela bilim,
bir gün elinizden kayıp gidebilir.
İnsanlık unutkandır, bir bakar yüz bin kere tövbe ettiği savaşlara geri dönmüş.
Bir bakmışsınız herkesin elinde silah, herkes sağa sola ateş ediyor. Peki ,
dersiniz onca acı boşuna mı çekildi; onca sözleşme, anlaşma boşuna mı yapıldı? Bir
anda bu dünyada yabancı olduğunu unutmuş olan birilerinin bu dünyayı sahiplenip
yabancılığından vazgeçmemiş olanları hizaya getirebildiğini anlarsınız. Ortega y
Gasset’in söylediği gibi insan/yabancı, elde ettiklerini daima hatırlamalıdır. İnsanlık,
elde ettiklerini aklında tutmak için onları sanatla ve bilimle çoğaltmalıdır.
Bu dünyanın yabancısı olan insanlar, yüzlerce binlerce kez yinelemelidirler
yaşamda buldukları anlamları. Çünkü bunu yapmaktan vazgeçerlerse Sisifos’un
laneti gerçekleşecek, binbir emekle tepeye çıkardıkları taş, aşağı
yuvarlanacaktır.
Didinip
durmalıdır yabancı, geldiği dünya daha iyi bir yer olsun diye. Yaşadığı kent daha
mutlu bir kent olsun , içinde yaşayanlar birbirini sevsin diye. Yabancı,
buralılar onun çabalarını ziyan etse de vazgeçmemelidir.
Çünkü vazgeçerse yabancı,
Sisifos’un laneti gerçekleşecek, binbir emekle tepeye çıkardığı taş,
aşağı yuvarlanacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.