Göçmen çocuklarının oyun dünyası üzerine hiç
düşünmemiştim. Ta ki göçmen çadırlarını, bir gün ansızın karşımda görene dek.
Birkaç arkadaş, şehit yakınlarına taziyeden
dönüyorduk. Memleketin her köşesinden can kaybı haberleri geliyor. Yakın
yerlerdeki acılı ailelere baş sağlığı dilemek boynumuzun borcu diye
düşünüyorum. Gençken cenazelerden
kaçardım; şimdi hayata ekleyebiliyorum ölümü. Sorunlu bir ülkede büyümek; böyle ekşi bir
şey.
Ayrılırken elim fotoğraf makinesine uzandı;
şöyle uzaktan çekecektim köyün girişini.
Fotoğrafın altına da şunları yazacaktım: “Bu bozkırda, bu toz duman
içinde çocuklar zar zor büyüyorlar ama
politik kargaşaların kurbanı olarak, genç yaşta ölüp gidiyorlar”.
Arabada, sessizlik içinde giderken; birden
yanımda oturan arkadaşım “Tuğba, sana bir trajedi daha göstereyim! Bak bunlar
Suriyelilerin çadırları. Bu nasıl adaletsiz bir hayat böyle!” dedi. Bunları
söyleyen arkadaşım hep kederlidir; beni de umutluyum diye eleştirir. Bu nedenle
sık sık atışırız ama haksızlıkların farkında olan insanlar olarak aslında aynı
dili konuştuğumuzu bilir, birbirimizi mazur görürüz.
Mavi beyaz
onlarca çadır, bir tarlanın üzerine yan yana dizili kurulmuştu. Çevrede
ne market ne sağlık ocağı, ne yol vardı. Daha sonraları, yetişkin göçmenlerin
düşük ücretlerle tarım işçiliği yaptıklarını ve çocuklarının okula
gitmediklerini öğrendim. Okula gitmeyen çocuklar bütün gün ne yapar! Oyun oynarlar
mı? Sanmıyorum. Oyun tok karna, güven dolu bir evin bahçesinde/odasında oynanır.
Göçmen çadırları köy halkından yalıtılmış görünüyordu. Makineyi utanarak açtım
ve bu toplu yalnızlık abidesinin fotoğrafını çektim.
Avrupa ülkelerinde yıllar geçtikçe yükselen göçmen karşıtlığı, çoğumuzun
nazarında ağır bir eleştiri konusudur. Ancak bizim göçmenlerle ilişkimizin
mükemmel olduğunu söyleyebilmemiz çok zor. Jacque Derrida, 1999’da Boğaziçi
Üniversitesi’nde, yabancı düşmanlığı sorununa da gönderme yapan bir konuşma
yapmıştı. Bu konuşmada “Konukseverliğin
ne olduğunu henüz bilmiyoruz” diyerek bizi konuksever olmaya davet ediyordu. Ona
göre, hiyerarşik bir ilişki biçimi olan konuk-ev sahibi dengesini yeniden kurmamız
gerekiyor. Açıklayayım:
Konuk, ev sahibinin kurallarına uygun
davrandığı sürece konukluğunu sürdürebilir. Oturacağı yeri, yiyeceği yemeği,
uyuyacağı yatağı vs. ev sahibi belirler. Yani konuk, doğal davranamaz, geldiği
yerin sahiplerine uyum sağlar. Çocukken
anne babanızla gittiğiniz konukluklarda ne zaman oyun oynardınız? Tabii ki
ev sahibinin çocukları, sizinle olumlu bir iletişim kurmayı istediğinde.
İstemedikleri durumda, bir köşede sessizce oturmak zorunda kalırdınız. Konuk
gittiğiniz evde çocuk yoksa, ev sahiplerinin belirlediği bir köşede ve size
verdiği eşyalarla oynayabilirdiniz. Oyun oynamanıza izin verilmediyse yapabileceğiniz
tek şey gözlem yapmaktı ya da bir an önce rahatça oyun oynayabileceğiniz evinize geri dönmeyi
düşlemekti. Ya dönecek bir eviniz olmasaydı? Ya orada günlerce, haftalarca
hatta yıllarca kalmak zorunda kalsaydınız?
Derrida, konukseverlik tartışması kapsamında
“dünyanın hepimize ait olduğunu” düşünmemizi istiyor. Çocuklar kimseden izin
almadan hepimize ait olan, hepimizin evi olan dünyanın her yerinde oyun
oynayabilmelidirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.