17 Aralık 2016 Cumartesi

OYUN OYNAMAK İÇİN JACQUES DERRİDA REÇETESİ



Göçmen çocuklarının oyun dünyası üzerine hiç düşünmemiştim. Ta ki göçmen çadırlarını, bir gün ansızın karşımda görene dek.
Birkaç arkadaş, şehit yakınlarına taziyeden dönüyorduk. Memleketin her köşesinden can kaybı haberleri geliyor. Yakın yerlerdeki acılı ailelere baş sağlığı dilemek boynumuzun borcu diye düşünüyorum.  Gençken cenazelerden kaçardım; şimdi hayata ekleyebiliyorum ölümü.  Sorunlu bir ülkede büyümek; böyle ekşi bir şey.
Ayrılırken elim fotoğraf makinesine uzandı; şöyle uzaktan çekecektim köyün girişini.  Fotoğrafın altına da şunları yazacaktım: “Bu bozkırda, bu toz duman içinde çocuklar  zar zor büyüyorlar ama politik kargaşaların kurbanı olarak, genç yaşta ölüp gidiyorlar”.
Arabada, sessizlik içinde giderken; birden yanımda oturan arkadaşım “Tuğba, sana bir trajedi daha göstereyim! Bak bunlar Suriyelilerin çadırları. Bu nasıl adaletsiz bir hayat böyle!” dedi. Bunları söyleyen arkadaşım hep kederlidir; beni de umutluyum diye eleştirir. Bu nedenle sık sık atışırız ama haksızlıkların farkında olan insanlar olarak aslında aynı dili konuştuğumuzu bilir, birbirimizi mazur görürüz.
Mavi beyaz  onlarca çadır, bir tarlanın üzerine yan yana dizili kurulmuştu. Çevrede ne market ne sağlık ocağı, ne yol vardı. Daha sonraları, yetişkin göçmenlerin düşük ücretlerle tarım işçiliği yaptıklarını ve çocuklarının okula gitmediklerini öğrendim. Okula gitmeyen çocuklar bütün gün ne yapar! Oyun oynarlar mı? Sanmıyorum. Oyun tok karna, güven dolu bir evin bahçesinde/odasında oynanır. Göçmen çadırları köy halkından yalıtılmış görünüyordu. Makineyi utanarak açtım ve bu toplu yalnızlık abidesinin fotoğrafını çektim.
Avrupa ülkelerinde yıllar geçtikçe  yükselen göçmen karşıtlığı, çoğumuzun nazarında ağır bir eleştiri konusudur. Ancak bizim göçmenlerle ilişkimizin mükemmel olduğunu söyleyebilmemiz çok zor. Jacque Derrida, 1999’da Boğaziçi Üniversitesi’nde, yabancı düşmanlığı sorununa da gönderme yapan bir konuşma yapmıştı.  Bu konuşmada “Konukseverliğin ne olduğunu henüz bilmiyoruz” diyerek bizi konuksever olmaya davet ediyordu. Ona göre, hiyerarşik bir ilişki biçimi olan konuk-ev sahibi dengesini yeniden kurmamız gerekiyor. Açıklayayım:
Konuk, ev sahibinin kurallarına uygun davrandığı sürece konukluğunu sürdürebilir. Oturacağı yeri, yiyeceği yemeği, uyuyacağı yatağı vs. ev sahibi belirler. Yani konuk, doğal davranamaz, geldiği yerin sahiplerine uyum sağlar. Çocukken anne babanızla gittiğiniz konukluklarda ne zaman oyun oynardınız? Tabii ki ev sahibinin çocukları, sizinle olumlu bir iletişim kurmayı istediğinde. İstemedikleri durumda, bir köşede sessizce oturmak zorunda kalırdınız. Konuk gittiğiniz evde çocuk yoksa, ev sahiplerinin belirlediği bir köşede ve size verdiği eşyalarla oynayabilirdiniz. Oyun oynamanıza izin verilmediyse yapabileceğiniz tek şey gözlem yapmaktı ya da bir an önce rahatça  oyun oynayabileceğiniz evinize geri dönmeyi düşlemekti. Ya dönecek bir eviniz olmasaydı? Ya orada günlerce, haftalarca hatta yıllarca kalmak zorunda kalsaydınız?

Derrida, konukseverlik tartışması kapsamında “dünyanın hepimize ait olduğunu” düşünmemizi istiyor. Çocuklar kimseden izin almadan hepimize ait olan, hepimizin evi olan dünyanın her yerinde oyun oynayabilmelidirler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...