“Bir evin resmi içerden de yapılabilir.
Bu bir seçme işidir. Kimi dışardan sever,
kimi içerden.” M.C. Anday/Yarın Başka Koruda
Kurmaca metinlerde olay örgüsü; zaman, uzam ve kişiler
ekseninde oluşur. Yazar, seçtiği kişileri bir uzam ve zaman diliminde betimler.
Uzamı hiyerarşi, karşıtlık, benzerlik gibi nedenlerle ayrı düzlemlerde toplar.
Söz gelimi Haldun Taner’in Kızıl Saçlı
Amazon öyküsünde, seyisin kızı olduğu için, yaşadığı köşkün olanaklarından
tümüyle yararlanamayıp köşkün asıl sahiplerinin şehir dışında olduğu zamanlarda
köşkün atlarına binip mahalleliye caka satabilen bir genç kız anlatılır. Mekanların
kullanımının sınıfsal ayrıma dayandırılması kurgusal metinlerde yaygın görülen
bir durum.
Melih Cevdet Anday, Yarın Başka Koruda[1] adlı
tiyatro oyunuyla mekansal dengenin ayrılıklar ya da benzerlikler ilkesine
dayandırılması geleneğine itiraz eder gibidir. Anday bu oyununda uzamı kullanma
bakımından ev sahibi ile konuğu birbirine denkler. Ev sahipleri de konuklar da etrafta
olanları değerlendirme ve belirleme açısından benzer durumdadır. Biri
diğerinden daha yetkin değildir.
Edebiyatta, toplumbilimde,
felsefede vs. ev sahibi, konuğa göre daha güçlü bir yerde durur. Bunun
temelinde, ev sahibinin evi konuklara göre daha iyi tanıdığı ve belleğinde ona
ilişkin daha fazla bilgi barındırdığı varsayımı gizlidir. Bu varsayım, evde karşılaşılabilecek
güçlüklerle başa çıkmada hatta bu sorunları gidermede, yetkili kişi olarak ev sahibinin seçilmesine yol açar. Televizyonun
ayarı bozulursa ev sahibi düzeltir;
bardak kırılırsa ev sahibi cam kırıklarını ortadan kaldırır; hatta yeni bir bardak
çıkarır. Oysa ev sahibi eşyaların yetkin kullanımı dahil pek çok bilgisel ya da
deneyimsel düzeyde konuklarından daha başarılı olmayabilir. Bunun anlamanın en
iyi yolu, konuğa çözüm yaratması için olanak sağlamaktır.
Yarın Başka Koruda oyununda bir karı koca, on üç yıl önce geldikleri
pansiyona, o günü yeniden yaşamak üzere geri dönerler. Adlarını yıllar önce
kazıdıkları ağacı bulmak için pansiyonun karşısındaki koruluğa giderler. Orada henüz nişanlanan, pansiyonda kalan öğrenci ve
ev sahibinin kızıyla karşılaşırlar. O
gün, yirmi yıldır pansiyonda yaşayan Yaşlı Adam’ın da doğum günüdür.
Pansiyondakiler akşam hem nişan hem doğum günü kutlamayı planlarlar. Orman
Bekçisi pansiyona gelir ve koruda bir katilin olabileceği kuşkusuyla evdekileri
sorgulamaya başlar.
Katilin kim olabileceği, doğum gününün mü yoksa nişanın mı öncelikli
olarak kutlamaya değer olduğunu, hangi odada kimin ve ne kadar sürede
kalacağını belirlemede kimsenin belirgin bir üstünlüğü yoktur.
Okurun/izleyicinin beklentisi bütün bunlara karar verecek olan kişinin Ev
Sahibi Kadın ya da onun Kız’ı olması yönündedir. Fakat bu beklenti bir türlü karşılanmaz.
Ev Sahibi Yaşlı Kadın, kendini
geçmişteki bir günde bırakmış, sonraki yirmi yıl boyunca kendini ne kişisel yaşamı
ne de pansiyonda olup bitenler üzerinde, karar verici konumda görmemiştir. Kızının
nişanlanmasına bir yorum yapmaz; pansiyondaki öğrenciye aşık olduğunun bile
farkına varmamıştır. Oyun, bu durumun
gerçek yaşamda da böyle olduğunu sezdirir. Herkes kendi odağından bakar
dünyaya, en yakının içinde kopan fırtınaların dahi farkında değildir. Birbirimizin
yaşamlarında olup bitenleri anlamak için konuşmak ve birbirimizi gözlemlememiz gerekir. Oyunda kimse
kimseyle gerçekten konuşmaz, kimse kimseyi gerçekten merak etmez. Oyun kişileri
yalnız kendi yaşamalarının açmazlarını çözmeye odaklıdırlar. Bundan dolayı,
karşılıklı konuşmalar, içerik olarak tutarsızdır.
“(...)
KIZ: Nişanlanmak ne güzel şeymiş... Herkesin
nişanlanmasını isterdim. Her gün nişanlanmak isterdim.
ÖĞRENCİ: Korular olmasa nişanlanmalara da olmazdı.
YAŞLI ADAM: Şu anda altmış beşinci yaş bitiyor; altmış
altıncı yaş başlıyor. Gerçi bu iki yıl da birbirine benzemekte, fakat benzerlik
sadece görünüştedir. Gerçekte insanlar geçirdikleri yıllar arasında ne gibi
ayrımlar bulunduğunu bilmezler.
EV SAHİBİ KADIN: Yoksa bu benim yıldönümüm müydü? Her
şey öylesine birbirine karıştı ki, içinden çıkamıyorum (...) s.89.”
Pansiyon olarak işletilen bir ev ve karşısındaki koru, oyunun
temel iki uzamını oluşturur. Sahneler
pansiyonda geçer; koru ise gönderimde bulunulan, oyun kişilerinin bazılarının
gidip geldiği bazılarının ise gördüğü ama hiç gitmediği bir yerdir. Koruyu en
iyi bilen kişi Orman Bekçisi’dir. Diğer oyun kişilerinin esas yeri pansiyondur.
Erkek ve Kadın on üç yıl önce kendi adlarını kazıdıkları ağacı aramak için
koruya gitmişlerdir. Kız ile öğrenci ise koruda gezinirlerken orada aniden
nişanlanmışlardır. Orman Bekçisi ise işi gereği genelde korudadır; evi hakkında
hiçbir şey bilmeyiz.
Koru, dışarıda yaşayıp eve getirdiğimiz gündemleri,
mekanları yansıtır. Hep bilinmezliklerle doludur ama yaşamımızda pek çok şeyin
değişmesine neden olur. Buna karşın ev, dışarıda olanları yadsır. Onun içine
girince her şey belirsizleşir ve anlamını yitirir. İster konuk ister ev sahibi
olalım ev, kendi sınırları içinde dışarıyla aramıza bir sınır çeker. Aynı
evdeki tüm kişiler, el birliği ile dışarıyı reddederler; fakat bu onların
gerçekten “biz” oldukları ya da birbirlerini tanıyıp onayladıkları anlamına da
gelmez.
Pansiyonun sahibi, oyunda geçtiği adıyla “Ev Sahibi Yaşlı
Kadın” yıllardır pansiyonundan hiç çıkmamıştır. Yaşlı Adam ise yıllar önce ev
sahibi kadına aşık olduğu için pansiyonda kalıcı olmaya karar vermiş, bir daha onun
yanında hiç ayrılmamıştır. İkisi, Yaşlı Adam’ın pansiyonda kalmaya karar
verdiğini söylediği o günü sıklıkla hatırlayarak hatta geçmişteki o günden
sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi uzun bir şimdiyi yaşamaktadırlar. Aslında
yaşlı çift, sürekli hatırladıkları o günden sonra ne evlenmiş ne de yeni anılar
biriktirmişlerdir. Çift, bize pek çok ilişkinin aşık olunan o günün hatırına
sürdüğünü ima eder gibidir. Dondurulmuş bir coşkulu ana yaslanarak, yaşamın
geri kalanıyla ilgilenilmediği sürece aşk sürer; bunu sağlamak bir bakıma ne olanaklıdır ne de etiktir. Pek
çok açıdan absürd tiyatroya dahil edilebilecek bu oyunda aşk, böylelikle
süreğenlik kazanmıştır.
Melih Cevdet Anday’ın bu oyununda bir pansiyon, üst kattaki
hasta ve ev sahibi de dahil olmak üzere sekiz kişiyi barındırır. Bu kişilerin
hangisinin daha önce geldiği hangilerinin daha sonra gelip birbirleriyle ne tür
ilişkiler kurduğunun bir anlamı yoktur. Çünkü zaman ve mekan onu kullanan
herkese aittir. Her insan onlara ayrı anlamlar yükler.
Konukların ve ev sahiplerinin aynı konumda olmaları Sartre’ın
“Gizli Oturum”[2] (Huis
Clos) oyununu andırır. Gizli Oturum’da konuklar birbirini sorgularken Yarın
Başka Koruda oyunundaki kişiler, Orman Bekçisi tarafından sorgulanırlar. Sonuç,
okurun belleğinde gerçekleşecektir.
Ev sahibi ya da konuk olmamız, mekanı “bizim” yapmıyor.
Konuşmak ve anlamak yoksa, o mekanın insanları arasında gerçek bir ilişki de olmuyor.
Bu oyun, her absürd oyun gibi, olması
gerekeni değil yalnızca olanı tüm gerçekliği ve sivriliğiyle ortaya
koyuyor. Sahi, dünyadaki milyonlarca evin sahipleri ve konukları olarak
birbirimize ne kadar yakınız? Ve sahi, bir evin sahibi olmakla yaşamımızdaki
her türlü zorluğa göğüs gerebiliyor muyuz? Konuk olmak, bizi sorumluluktan
alıkoyuyor mu? Belki Yarın Başka Koruda bu soruya bir yanıt olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.