6 Temmuz 2017 Perşembe

EV SAHİBİ İLE KONUK OLMANIN DAYANILMAZ AYNILIĞI: MELİH CEVDET ANDAY “YARIN BAŞKA KORUDA”

                                “Bir evin resmi içerden de yapılabilir.
Bu bir seçme işidir. Kimi dışardan sever,
kimi içerden.” M.C. Anday/Yarın Başka Koruda

Kurmaca metinlerde olay örgüsü; zaman, uzam ve kişiler ekseninde oluşur. Yazar, seçtiği kişileri bir uzam ve zaman diliminde betimler. Uzamı hiyerarşi, karşıtlık, benzerlik gibi nedenlerle ayrı düzlemlerde toplar. Söz gelimi Haldun Taner’in Kızıl Saçlı Amazon öyküsünde, seyisin kızı olduğu için, yaşadığı köşkün olanaklarından tümüyle yararlanamayıp köşkün asıl sahiplerinin şehir dışında olduğu zamanlarda köşkün atlarına binip mahalleliye caka satabilen bir genç kız anlatılır. Mekanların kullanımının sınıfsal ayrıma dayandırılması kurgusal metinlerde yaygın görülen bir durum.

 Melih Cevdet Anday, Yarın Başka Koruda[1] adlı tiyatro oyunuyla mekansal dengenin ayrılıklar ya da benzerlikler ilkesine dayandırılması geleneğine itiraz eder gibidir. Anday bu oyununda uzamı kullanma bakımından ev sahibi ile konuğu birbirine denkler. Ev sahipleri de konuklar da etrafta olanları değerlendirme ve belirleme açısından benzer durumdadır. Biri diğerinden daha yetkin değildir.

Edebiyatta, toplumbilimde,  felsefede vs. ev sahibi, konuğa göre daha güçlü bir yerde durur. Bunun temelinde, ev sahibinin evi konuklara göre daha iyi tanıdığı ve belleğinde ona ilişkin daha fazla bilgi barındırdığı varsayımı gizlidir. Bu varsayım, evde karşılaşılabilecek güçlüklerle başa çıkmada hatta bu sorunları gidermede, yetkili kişi  olarak ev sahibinin seçilmesine yol açar. Televizyonun ayarı  bozulursa ev sahibi düzeltir; bardak kırılırsa ev sahibi cam kırıklarını ortadan kaldırır; hatta yeni bir bardak çıkarır. Oysa ev sahibi eşyaların yetkin kullanımı dahil pek çok bilgisel ya da deneyimsel düzeyde konuklarından daha başarılı olmayabilir. Bunun anlamanın en iyi yolu, konuğa çözüm yaratması için olanak sağlamaktır.

Yarın Başka Koruda oyununda bir karı koca, on üç yıl önce geldikleri pansiyona, o günü yeniden yaşamak üzere geri dönerler. Adlarını yıllar önce kazıdıkları ağacı bulmak için pansiyonun karşısındaki koruluğa giderler. Orada  henüz nişanlanan, pansiyonda kalan öğrenci ve ev sahibinin kızıyla  karşılaşırlar. O gün, yirmi yıldır pansiyonda yaşayan Yaşlı Adam’ın da doğum günüdür. Pansiyondakiler akşam hem nişan hem doğum günü kutlamayı planlarlar. Orman Bekçisi pansiyona gelir ve koruda bir katilin olabileceği kuşkusuyla evdekileri sorgulamaya başlar.

Katilin kim olabileceği, doğum gününün mü yoksa nişanın mı öncelikli olarak kutlamaya değer olduğunu, hangi odada kimin ve ne kadar sürede kalacağını belirlemede kimsenin belirgin bir üstünlüğü yoktur. Okurun/izleyicinin beklentisi bütün bunlara karar verecek olan kişinin Ev Sahibi Kadın ya da onun Kız’ı olması yönündedir. Fakat bu beklenti bir türlü karşılanmaz. Ev Sahibi  Yaşlı Kadın, kendini geçmişteki bir günde bırakmış, sonraki yirmi yıl boyunca kendini ne kişisel yaşamı ne de pansiyonda olup bitenler üzerinde, karar  verici konumda görmemiştir. Kızının nişanlanmasına bir yorum yapmaz; pansiyondaki öğrenciye aşık olduğunun bile farkına varmamıştır. Oyun, bu durumun  gerçek yaşamda da böyle olduğunu sezdirir. Herkes kendi odağından bakar dünyaya, en yakının içinde kopan fırtınaların dahi farkında değildir. Birbirimizin yaşamlarında olup bitenleri anlamak için konuşmak ve  birbirimizi gözlemlememiz gerekir. Oyunda kimse kimseyle gerçekten konuşmaz, kimse kimseyi gerçekten merak etmez. Oyun kişileri yalnız kendi yaşamalarının açmazlarını çözmeye odaklıdırlar. Bundan dolayı, karşılıklı konuşmalar, içerik olarak tutarsızdır.

“(...)
KIZ: Nişanlanmak ne güzel şeymiş... Herkesin nişanlanmasını isterdim. Her gün nişanlanmak isterdim.
ÖĞRENCİ: Korular olmasa nişanlanmalara da olmazdı.
YAŞLI ADAM: Şu anda altmış beşinci yaş bitiyor; altmış altıncı yaş başlıyor. Gerçi bu iki yıl da birbirine benzemekte, fakat benzerlik sadece görünüştedir. Gerçekte insanlar geçirdikleri yıllar arasında ne gibi ayrımlar bulunduğunu bilmezler.
EV SAHİBİ KADIN: Yoksa bu benim yıldönümüm müydü? Her şey öylesine birbirine karıştı ki, içinden çıkamıyorum (...) s.89.”

Pansiyon olarak işletilen bir ev ve karşısındaki koru, oyunun temel iki uzamını  oluşturur. Sahneler pansiyonda geçer; koru ise gönderimde bulunulan, oyun kişilerinin bazılarının gidip geldiği bazılarının ise gördüğü ama hiç gitmediği bir yerdir. Koruyu en iyi bilen kişi Orman Bekçisi’dir. Diğer oyun kişilerinin esas yeri pansiyondur. Erkek ve Kadın on üç yıl önce kendi adlarını kazıdıkları ağacı aramak için koruya gitmişlerdir. Kız ile öğrenci ise koruda gezinirlerken orada aniden nişanlanmışlardır. Orman Bekçisi ise işi gereği genelde korudadır; evi hakkında hiçbir şey bilmeyiz.

Koru, dışarıda yaşayıp eve getirdiğimiz gündemleri, mekanları yansıtır. Hep bilinmezliklerle doludur ama yaşamımızda pek çok şeyin değişmesine neden olur. Buna karşın ev, dışarıda olanları yadsır. Onun içine girince her şey belirsizleşir ve anlamını yitirir. İster konuk ister ev sahibi olalım ev, kendi sınırları içinde dışarıyla aramıza bir sınır çeker. Aynı evdeki tüm kişiler, el birliği ile dışarıyı reddederler; fakat bu onların gerçekten “biz” oldukları ya da birbirlerini tanıyıp onayladıkları anlamına da gelmez.

Pansiyonun sahibi, oyunda geçtiği adıyla “Ev Sahibi Yaşlı Kadın” yıllardır pansiyonundan hiç çıkmamıştır. Yaşlı Adam ise yıllar önce ev sahibi kadına aşık olduğu için pansiyonda kalıcı olmaya karar vermiş, bir daha onun yanında hiç ayrılmamıştır. İkisi, Yaşlı Adam’ın pansiyonda kalmaya karar verdiğini söylediği o günü sıklıkla hatırlayarak hatta geçmişteki o günden sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi uzun bir şimdiyi yaşamaktadırlar. Aslında yaşlı çift, sürekli hatırladıkları o günden sonra ne evlenmiş ne de yeni anılar biriktirmişlerdir. Çift, bize pek çok ilişkinin aşık olunan o günün hatırına sürdüğünü ima eder gibidir. Dondurulmuş bir coşkulu ana yaslanarak, yaşamın geri kalanıyla ilgilenilmediği sürece aşk sürer; bunu sağlamak  bir bakıma ne olanaklıdır ne de etiktir. Pek çok açıdan absürd tiyatroya dahil edilebilecek bu oyunda aşk, böylelikle süreğenlik kazanmıştır.

Melih Cevdet Anday’ın bu oyununda bir pansiyon, üst kattaki hasta ve ev sahibi de dahil olmak üzere sekiz kişiyi barındırır. Bu kişilerin hangisinin daha önce geldiği hangilerinin daha sonra gelip birbirleriyle ne tür ilişkiler kurduğunun bir anlamı yoktur. Çünkü zaman ve mekan onu kullanan herkese aittir. Her insan onlara ayrı anlamlar yükler.

Konukların ve ev sahiplerinin aynı konumda olmaları Sartre’ın “Gizli Oturum”[2] (Huis Clos) oyununu andırır. Gizli Oturum’da konuklar birbirini sorgularken Yarın Başka Koruda oyunundaki kişiler, Orman Bekçisi tarafından sorgulanırlar. Sonuç, okurun belleğinde gerçekleşecektir.

Ev sahibi ya da konuk olmamız, mekanı “bizim” yapmıyor. Konuşmak ve anlamak yoksa, o mekanın insanları arasında gerçek bir ilişki de olmuyor. Bu oyun, her absürd oyun gibi, olması gerekeni değil yalnızca olanı tüm gerçekliği ve sivriliğiyle ortaya koyuyor. Sahi, dünyadaki milyonlarca evin sahipleri ve konukları olarak birbirimize ne kadar yakınız? Ve sahi, bir evin sahibi olmakla yaşamımızdaki her türlü zorluğa göğüs gerebiliyor muyuz? Konuk olmak, bizi sorumluluktan alıkoyuyor mu? Belki Yarın Başka Koruda bu soruya bir yanıt olabilir. 




[1] Anday, Melih Cevdet. (2014). Toplu Oyunlar 1. Everest Yayınları, İstanbul.
[2] Sartre, Jean Paul (2007). Toplu Oyunlar. Çeviren: Işık Noyan. İthaki Yayınları. İstanbul. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...