9 Ekim 2020 Cuma

RASKOLNİKOV’UN ACI BELLEĞİ

ah bellek, acı bellek!

hem arısın sen

hem kim bilir hangi gülden

kalma diken?

 

Hilmi Yavuz 

 




Roman türünün bütün gereklerini kusursuz biçimde yerine getirip üstüne bir de okuyucuya büyük bir insanlık dersi vermiş olmasıyla Suç ve Ceza[1] bence Dostoyevski’yi dünyanın en iyi romancısı yapabilir. Dostoyevski bu romanı 1866’da yayımladığında kırk beşindeydi, yani olgunluk çağında. Bu yaşına kadar çokça insan tanımış, keskin dönemeçlerden geçmiş ve bunlardan belli ki acı dersler de çıkarmış olan yazar, bu romanıyla bize koca bir kurmaca evreni yaratmıştır. İşte bu yazıda Suç ve Ceza’nın neredeyse anıtsallaşmış mekânlarının, romanın ana karakteri Raskolnikov’un belleğinden çıkıp okurun belleğine nasıl yerleştiğini izlemeye çalışalım. Böylece belki, okur dediğimiz öznenin mekânlarla ve karakterin belleğiyle nasıl iç içe geçtiğini de görebiliriz.

 

Başarıyla yazılmış bir roman karakteri, tıpkı tanıdığımız yeni bir dost gibi, bizi bambaşka birine dönüştürebilir. Yazar, biz istediğimiz sürece karakterin evinde, sokağında, kentinde yaşamamıza hatta yatağının başucunda onun uyanmasını beklememize izin verir. Onun yaşadığı her yerin kapısı bize sonuna dek açıktır. Girip çıktığı her mekânda onun neler duyup düşündüğünü de bildiğimizden karakterin belleği artık bizim belleğimiz olur. Böylece giderek ona, karaktere dönüşürüz. İşin ilginç yanı, her başarılı roman bunu yapmaz.  

 

Her roman, ana karakterinden dolayı sevilmez. Yazarın dili, romanın konusu ya da başka bir özelliği bizi o romana bağlayabilir. Söz gelimi Yaşar Kemal’in Teneke romanı çok başarılı bir romandır; ancak çok sayıda okurun kolayca özdeşim kuracağı bir karakterden yoksundur. Bunun nedeni Teneke’nin karakteri değil olayı öne çıkarmasıdır. Aynı yazarın İnce Memet adlı karakter romanı ise edebiyatta kendine önemli ve sağlam bir yer kazanmıştır. 

 

Özelliklerini iyice bildiğimiz ama özdeşim kurmakta zorlandığımız karakter romanları da vardır. Bu romanları etkileyici dili, şaşırtıcı olay örgüsü, düşünsel derinliği gibi nedenlerle çok sevebiliriz ama karakterleri nedeniyle değil. Örneğin Albert Camus’nün Yabancı’sındaki Mersault ya da Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ındaki Bay C; mizaçları, tercihleri, bakış açıları gibi nedenlerle okurların çabucak ve gönüllüce benimseyebileceği karakterler değildir; kimi zaman itici bile görünebilirler. İnsanlara karşı genelde ilgisiz oluşları, hiç sarsılmamaları böyle hissetmemize yol açmış olabilir. Suç ve Ceza gibi romanlar ise ana karakterlerinin önemli kusurları olmasına karşın bizde sevgi ve bağlılık duygusu uyandırırlar. Raskolnikov yanlışlarıyla, arayışları ve vazgeçişleriyle okura çok gerçekçi gelir. Suçunun büyüklüğüne rağmen gözümüzde affedilir o. Sanki aileden biri korkunç bir hata yapmış ama gözden çıkarılamamıştır. Bu nasıl olur pekiyi? Yazar, bu vazgeçilmezliği ve benimsemeyi, karakterin belleğini okura açarak ve karakterin yaşadığı mekânları okura ait kılarak yapar. Raskolnikov’un belleği ile romanın mekânları arasındaki ilişkisinin ne denli güçlü kurulduğunu birkaç örnekle gösterebiliriz. 

Roman Raskolnikov’la ve onun çevresinde mekanlarla başlar:

 

“Temmuz başlarında çok sıcak bir gün, akşama doğru, genç bir adam ‘S… Sokağı’ndaki bir pansiyonda kiraladığı küçük odasından çıktı ve ağır, kararsız adımlarla “K…” Köprüsü’ne yöneldi. Ev sahibiyle merdivenlerde karşılaşmaktan kurtulmayı başarmıştı. Kiraladığı küçük oda, beş katlı yüksek bir evin çatı katındaydı ve odadan çok bir dolabı andırıyordu s.1)”.

 

Yazar, romanın henüz ilk cümlelerinde atmosferi kurmuş ve altı yüz yetmiş beş sayfa boyunca kendiyle ve her şeyle yüzleşecek olan hassas, öfkeli ve gururlu karakterini sahneye çıkarıvermiştir. Okur defalarca ‘odadan çok bir dolaba benzeyen oda’sına onunla yan yana girecek, çok sayıda ziyaretçisini yakından tanıyacak, Raskolnikov’un uykusuz gecelerini ve tatsız sabahlarını gözlemleyecektir. Raskolnikov’un cinayet işlediği gün dönüp geldiği bu oda, okura onun tek sığınağı gibi görünecektir ta ki dizlerine kapanıp ağladığı Sonya’nın kiralık odasına girene dek. O andan itibaren Raskolnikov’un evi hep Sonya’nın yanı başı olacaktır.  

 

Suç ve Ceza’nın tüm mekânlarını Raskolnikov’un belleğindeki izdüşümleriyle tanırız. Kirli duvar kağıtlarını, loş bir meyhanenin masalarını, yere düşen kâğıt parçalarını, hep onun gözleriyle izleriz. O gözler mahzun, korkak olabildiği gibi cesur ve dikkatli de olabilmektedir. Örneğin Raskolnikov, öldürmeyi planladığı Alyona İvanovna’nın evini kolaçan etmeye gittiğinde adi bir hırsız gibi evi gözden geçirmekle beraber odaya giren güneş ışığını da fark eden bir romantiktir: 

 

 “Küçük bir odaydı burası. Duvarları sarı kâğıtla kaplanmıştı. Pencerelerinde tül perdeler ve ıtır çiçekleri görülüyordu. Batmakta olan güneşin ışıklarıyla apaydınlıktı oda. Raskolnikov’un kafasında bir anda, ‘Demek o zaman da güneş böyle aydınlatacak…’ düşüncesi geçti. Odanın ve içerideki eşyaların durumunu unutmamak için çarçabuk çevresine bir göz gezdirdi. Ancak odanın ayırt edici hiçbir özelliği yoktu. Mobilyalar eskiydi ve sarıağaçtan yapılmışlardı. Bunlar tahta arkalığı eğilmiş bir kanepe, bunun önünde oval bir masa, iki pencere arasına yerleştirilmiş aynalı bir tuvalet masası, duvar boyunca dizilmiş sandalyeler ve ellerinde kuşlarla Alman kızlarını gösteren sarı çerçeveli ucuz bir iki tablo… işte bütün mobilya. s. 6-7”. 

 

Taammüden cinayet işlemek suçuyla yargılanacak olsa da ilkin Raskolnikov, sanki bunu yapamayacak biri gibi bakar dünyaya. Öte yandan odadaki eşyaları hafızasına kazımak için hızla çevresine bakındığında bir döküm çıkaracak kadar da kendinden emindir: Kanepe, sandalyeler, duvardaki değersiz resimler, konsol… İşte bu karşıtlıklarıyla Raskolnikov ilgi çekici ve epeyce gerçekçi bir karaktere dönüşür. Biliriz ki hiç kimse içinden sürekli olumsuz ve düşmanca hisler geçirmez. Katiller de çiçekleri, güneş ışığını sevebilir, ezilmiş zavallı insanlara acıyabilirler.

 

Raskolnikov’un odası pek iç açıcı değildir. Ne huzurla uyunan bir uykuya ne de neşeyle başlanan bir sabaha yer vardır orada. Roman karakteri bu odada sürekli hak edilmemiş yoksulluğunu, toplumdaki gelir eşitsizliğini, yöneticilerin bu duruma olan duyarsızlığını düşünür. Güçlünün zalimlik etse de suç işlese de bundan zarar görmemesine yakınır; erdemli olmanın ise hep güçsüzden beklenmesine ve güçsüzün ilk yanlışında cezalandırılmasına isyan eder. Bu küçük oda, bir üniversite öğrencisi olan Raskolnikov’un durmaksızın düşündüğü bir mağara gibidir. Cinayeti işlemeye de bu odada karar verir. Ona göre tefecilik yapan kocakarıyı öldürürse ve mallarını yoksullara dağıtırsa insanlığa iyilik etmiş olacak; hatta kendini kahraman sayacaktır. Raskolnikov, yüksek idealler için insan öldürmenin yerinde bir iş olduğuna inanır. Nasıl ki kurtarıcılar, insanlık için zararlı insanları öldürdüklerinde bir suç işlemiş sayılmıyorlarsa, o da tefeci kadını öldürdüğü için suçlu sayılmamalıdır. Bu görüşlerini benimsemesek de bu düşüncelerin o odada ortaya çıkışına an be an tanık olduğumuzdan sanki biz artık Raskolnikov’un sırdaşı olmuşuzdur.

Raskolnikov’un odasına, tüm sevimsizliğine rağmen sırf tanıdığımız için sevdiğimiz yerlere duyduğumuz ılık duyguyla bakarız:

 

 “Tedirgin bir uykudan sonra, ertesi gün oldukça geç uyandı. Ama dinlendirmemişti bu uyku onu. Hırçın, sinirli, öfkeli kalkmış, tiksintiyle odasına bakmıştı. Altı adım uzunluğunda bir kafesi andırıyordu odası. Sararmış, toz içindeki duvar kâğıtları tümden kabarmıştı ve bu durum odaya pek acıklı bir görünüş veriyordu. Tavan öylesine alçaktı ki, biraz uzun boylu bir adam burada ayakta durmaktan korkardı; insana sürekli olarak kafasını çarpacağı hissini veriyordu. Eşyalar da odanın kendisine uygundu: Doğu dürüst onarılmamış üç eski sandalye; köşede üzerinde birkaç kitap ve defter buluna boyalı bir masa. Üzerini kaplayan kalın toz tabakası, bunlara nicedir bir insan eli değmediğini gösteriyordu. Ve son olarak uzunlamasına hemen hemen bütün duvarı, genişlemesine ise odanın neredeyse yarısını kaplayan, bir zamanlar basma kaplı olduğu anlaşılan ve Raskolnikov’a yatak ödevi gören hantal, yırtık pırtık bir divan. Delikanlı çoğunlukla kendini olduğu gibi atardı bu yatağa; çarşafı yoktu, üzerine eski, partal öğrenci paltosunu örter, küçücük yastığının altına da biraz daha yüksek olsun diye, temiz kirli ne kadar çamaşırı varsa tıkıştırırdı. Divanın önünde küçücük bir masa vardı (s. 33)”.

 

Raskolnikov bazı günler yatağına çakılıp kalır. Kimseyle görüşmek istemez, saatlerce uyur. Bazen istemediği halde insanlarla konuşmak zorunda kalır: Razumihin’le yatağının ucunda gönülsüzce sohbet eder, kız kardeşi Dunya’nın nişanlısı ile burada tanışır sonra tartışıp ona kapıyı gösterir.

Bu odanın bir uzantısı da Nastasya’dır.  Zaman zaman odayı temizleyen bu genç kadın Raskolnikov’u çok sever ve ona pişirdiği yemeklerden getirir. Onunla odaya dışarıdan bir gözle bakmayı da başarırız; sanki odanın gerçek kiracısı bizmişiz gibi Nastasya’yı yabancı görür, Raskolnikov’un bir açığını yakalamasından korkarız.

Odasıyla bu kadar iç içe betimlenen Raskolnikov, bir akşam meyhaneden dönüşte çimenlerin üstünde uyuyakalır. O kadar rahatsız olur ki atını kırbaçlayarak öldüren bir arabacının kâbusunu görür.

Raskolnikov, cinayet işlemenin ağırlığından, yakalanma korkusundan içine kapanmış, yalnız Sonya’yla görüşmeye tahammül eder hale gelmiştir. Sonya’nın kiralık odasına ilk gittiğinde odayı öylesine dikkatli inceler ki biz Sonya’nın yoksulluğunu, bakımsızlığını ve ıssızlığını ta derinden duyarız: 

 

 “Kapernaumov’ların kiraya verdikleri biricik odaydı; sol yandaki duvarda bulunan kapalı kapıdan onlara giriliyordu. Karşı yandaki, sağdaki duvarda da bir kapı vardı, her zaman kapalı duran bu kapıdan da ayrı bir numara taşıyan bitişik daireye giriliyordu. Sonya’nın tıpkı bir ambara benzeyen odası çarpık bir eşkenar dörtgen biçimindeydi ve bu durum odaya çirkin bir görünüş veriyordu. Kanala bakan üç pencereli duvar, odayı çaprazlamasına kesiyor gibiydi. Bu nedenle köşelerden biri çok sivriydi ve öylesine derinlerde bir yerlerde yitip gitmişti ki, odayı aydınlatan cılız ışıkta orada neler bulunduğunu seçmek bile olanaksızdı. Öbür köşeye köşe bile denemezdi, o kadar açık ve belirsizdi. Bu kocaman odada eşya olarak hemen hiçbir şey yoktu. Sağdaki köşede bir karyola vardı, onun hemen yanında, kapıya yakın bir iskemle duruyordu (…s. 393)”. 

 

Sonya’nın odası büyük ve ıssız, Raskolnikov’un odası küçük ve sıkışıktır. Odaları da tıpkı onların ruhlarına benzer. İkisi de yoksulluktan, yalnızlıktan, çaresizlikten dört duvar arasına sıkışıp kalmış gencecik insanlarıdır.  Biri yoksulluktan ve hırstan katil olmuş, diğeri çaresizlikten bedenini satmaya mecbur kalmış bir genç kadına dönmüştür. 

 

Dostoyevski Suç ve Ceza’da St. Petersburg’u mekân olarak çok iyi tanıdığımız bir kente dönüştürür. Sanki oraya gittiğimizde kendimizi evimizde hissedecek, sezgilerimizle tüm yolları bulacağız sanırız. Sokakları, köprüleri, geceleri ve gündüzleri ile belleğimize öylesine işlenmiştir ki St. Petersburg, bir daha aklımızdan çıkmayacaktır. 

 

Raskolnikov cinayet işlediğinin itirafını Sonya’nın ‘Bir dört yolağzına git, insanları selamla, yere kapan, toprağı öp, çünkü sen ona karşı da suç işledin… ve bütün dünyaya karşı ‘Ben katilim!’ diye bağır (…) öğüdüyle St. Petersburg’un orta yerinde yapar:

 

 “Olduğu yere çöktü. Alanın tam ortasındaydı. Yere kapanıp çamurlu toprağı büyük bir tatla, mutlulukla öptü… S. 657”. 

 

Raskolnikov cinayet işlediğine hiç pişman olmamıştır; kocakarının bunu hak ettiğine inanır. O, zayıf düştüğü ve bu cinayetin ağırlığı altından kalkamadığı için kendine kızgındır. Düşlediği gibi bir kurtarıcı olamamıştır; St. Petersburg köprülerinin birinin altındaki büyük bir taşın kuytusuna sakladığı değerli eşyalardan birini bile yoksullara dağıtamamıştır. Bu hezimet, belleğinden hiç gitmeyecektir. Sibirya’daki kürek mahkumiyeti süresince Raskolnikov, Sonya’yla sakin, uyumlu bir yaşamı seçmeye karar verir. Bunu başarabilecek midir, bilinmez. 

 

Suç ve Ceza, Raskolnikov’un gözünden bize St. Petersburg’un Çarlık dönemindeki zorluklarla dolu zamanlarını aktarır. Bu koca şehirle birlikte insanların kiralık odalarına girer, suçun ve sefilliğin kol gezdiği sokaklarda dolaşır ve her şeye rağmen güzelliğiyle göz kamaştıran Neva Nehri’ne hüzünle bakarız. Dostoyevski, Raskolnikov’un o çok acı belleği yoluyla, unutamayacağımız ve nereye baksak yüzleşmek zorunda kalacağımız büyük yanlışları yapmaktan bizi alıkoymaya çalışır. İşte bu insanlık dersiyle Suç ve Ceza, çoğu okurun yaşamını olumlu yönde değiştiren bir roman olmuştur, hep olacaktır.  

 

 

 



[1] Dostoyevski,F. (2019). Suç ve Ceza. Çev. Mazlum Beyhan. İstanbul. İş Bankası Yayınları. 

Fotoğraf: Crime and Punishment (Dizi), (2002), Yönetmen: Julian Jarrold, Oyuncu/Raskolnikov: John Simm.

Bu yazı, altzine.net dergisinde 2019 Kış sayısında yayımlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...