Paris değişiyor, ne ki hiçbir şey
değişmedi
İç dünyamda! Saraylar, yapı iskelesi,
taşlar,
O eski mahalleler, benim’çin alegori,
Ve
taştan daha ağır bende aziz anılar.
C. Baudlaire/Kötülük Çiçekleri-Kuğu II[1]
Vetaryen gezginler
Paris’i sever, çünkü o da yarı yarıya öyledir.
Bir vejetaryenin en çok kaygı
duyduğu şey tanımadığı bir kente ya da ülkeye gittiğinde aç kalma olasılığıdır.
Bizler genelde pek iştahlı tipler değilizdir ama bu da can, yemek yemesi
gerekir. Paris’ten önce, başka iki dünya başkentinden; Roma ve Atina’dan söz
edersem neden bu kentin vejetaryenlerin cenneti olduğunu anlatabilirim sanıyorum.
Öğleden sonra saat üç
ila altı buçuk arası restoranların kapalı olduğu Roma’da bir vejetaryen geçici
bir süre mutlu olabilir. Çünkü pastalar (makarna), pizzalar gözününün değdiği
her yerde vardır. Piazza di Spagna’da ya da Trastevere’deki restoranlarda enfes pizza margheritalar, pastalar yiyebilirsiniz. İtalyanlar hamur işine
bayılır; ancak karbonhidrata canınız tak
ettiğinde ona alternatif bulmanız zordur. Roma’dan Türkiye’ye dönüşte karşı
karşıya kaldığınız basküle çıkma korkusu “Roma’ya gelen bir daha gelir”
deyişini geçersiz hale getirebilir. Roma’da özleyeceğiniz tek yiyecek belki de Roma
dondurmasıdır sevgili vejetaryen.
Atina’ya giden bir
vejetaryenin durumu Roma’da olduğundan farklı değildir. Orta düzeydeki bir
restoranda parlaklığını yitirmemiş bir sebze haşlamaya ya da maş fasulyeli salataya
rastlamanız mucizedir. Fakat hakkını yemeyelim, Atina’da neredeyse oturduğunuz
her kafede “Greek Salad” bulursunuz. Malzemeleri çok basittir, ben evde çok
yaparım: İri doğranmış kıvırcık marul,
domates, salatalık, zeytin ve hepsinn üzerine kalın bir dilim beyaz peynir.
Peynirin üzerine kekik, zeytinyağı ve limon. Atina’nın cıvıl cıvıl
Kolonaki’sindeki Antica Café Restaurant’daki
vegetarian pizzayı unutamam. Türkiye’de vejetaryen pizza denilince pek çok
işletme bundan salçaya dönmüş domates, yanmış yeşil-kırmızı biber dilimleri ve
siyah zeytin anlıyor. Oysa ki brokoliden tutun havuca kadar pek çok şey
eklenebilir pizzaya. Atina’nın meşhur Plaka’sında ise benim gibiler yiyecek bir
şey bulamaz; suflaki ve türevleri sarmıştır çünkü bütün meydanı. Yani neyleyim Panteon’u
neyleyim Akropolis’i içinde zeytinyağlı ıspanak, enginar vs. olmayınca…
Bu yazıyı okuyan
kalburüstü tayfadan olan okurlar belki kızarlar bana. “Hadi oradan,” derler, “Filanca
restoranda falanca marka şarap eşliğinde yenilecek bilmemne adındaki
vejetaryen/vegan yemeği nasıl es geçiyorsunuz?” Eh, kuzum bizde ne gezer o
para! Hem vejetaryenlik varlıklı olmayı gerektirmiyor ki! Rahmetli Özal’ın deyişiyle “orta direk”
vejetaryen ne yapacak? Öğretmen, doktor, akademisyen bir kurum/şirket
tarafından finanse edilmiyorsa yemeğini kafelerde, bistrolarda, büfelerde yer. Buralarda
vejetaryen yiyecekler bulamazsa da hali duman olur… Bu kişiler her yurt dışı
gezisinde bir kez “Bir de adam gibi bir şey yiyelim,” deyip büyük, şatafatlı
bir restorana girer. Alt tarafı bir salata, bir pizza yiyecektir lakin bu
gidişlerin pek çoğu da fiyasko ile sonuçlanır. Ağır bir hesap, lezzetsiz bir
yemek anısı bellekte kalır.
Paris… Bir vetaryenin
çok uzun süre yaşayabileceği harika bir kenttir. Havaalanına iner inmez anlarsınız ki bu kent
sizin için yaratılmıştır. Orly
Havaalanı’ndan çok güzel mantarlı, peynirli bir tost almışlığım vardır. Fransızlar
yeşillik yemeyi çok severler. Peynirlerini ise tüm dünya tanır, benim en
sevdiğim peynirleri rokfor ve briedir. Porte Dore’den Concorde’a
kadar her pattiseriede bu
peynirlerden yapılma sandviçlere rastlarsınız. Çıtır baget ekmeklere (kepekli
beyaz, esmer vs.) yapılan bu sandviçleri üç ila beş euro karşılığında
alabilirsiniz. Sandviç deyip geçmeyin bu
sandviçlerin içinde tazecik domatesler, biberler, salatalıklar, nane
yaprakları, yeşil zeytin ezmesi, mayonez vardır. Beyaz önlüğünü beline bağlamış
güler yüzlü kadınlar hazırlar onları. Öğle yemeği saatinde pek çok Fransız bu
sandviçlerden almak için büfelerin, pattiserie’lerin önünde kuyruk olur. Benzer
market ya da büfelerde içine peçete, sos, çatal kaşık koymak bile düşünülerek
paketlenmişmaş fasulyeli, mantarlı, yumurtalı, iri dilimlenmiş salatalar
bulursunuz. Hatta bazı salata paketlerinde taze haşlanmış yumurta bile olur.
Şaşırırsınız, bu kadar ayrıntılı düşünmeye… Taze sebzelere bu kadar kolay ve
güvenle ulaşabileceğiniz, size “Tatilde olduğum için maalesef kötü
besleniyorum” dedirtmeyecek bir kibarlıktadır Paris. Dünyanın en iyi
marketlerine sahip olan olan bu kent, size meyveli yoğurtlar, meyve ezmeleri,
taze sıkılmış meyve sularını özenle kutulayıp sunar. Paris’in fast foodu vejetaryenleri
düşünür, hatta önceler, çünkü kendisi yarı yarıya öyledir.
Paris’in bana göre en
güzel kafelerine metroya binip St-Germain-des-Pres ya
da Palais Royal duraklarında inerek ulaşabilirsiniz. Kafelerde türlü kahveleri
deneyip yanında cruasan ya da limonlu, vişneli tartalette yiyebilirsiniz. Tartalette
mi cupcake mi diye sorarsınız, çıtır ve tırtıklı zemin üzerine taze meyvelerden
oluşan (kivi, çilek, muz vs.) Fransız mutfağına ait tartalette tercihimdir.
Sanırım Fransız pastacılığının en önemli püf noktası bol bol taze meyve
kullanılmasıdır. Meyve demişken Fransız reçellerini, marmelatlarını anmadan
edemem. Türk mutfağının şerbetli tatlılarından geçemem diyenlerin Paris’te
baklavayı, şöbiyeti bu saydıklarımla aldatmayı göze alabileceklerini
düşünüyorum.
Yazının başında
Baudlaire’in Kuğu şiirinden bir dörtlük aldım. Bu dörtlükte Baudlaire Paris’in
çok değiştiğini ama içindeki Paris’in hala aynı kaldığını söylüyor. Çocukluğu seksenlerde
Fransa’da geçmiş biri olarak “Fransa değişti ama benim içimdeki Fransa aynen
duruyor,” diyebilirim. Bunu kaç ülke
başarabilir, gerçekten bilemiyorum. Örneğin yıllar sonra bile Paris’te Carambar
marka şekerlere, siyah anasonlu şekere çok
rahat ulaşabiliyorum. Onları ağzıma attığımda sekiz yaşıma geri dönüyorum.
Varsa tüm kederim, kafamda dönen olmazlarım hepsi bir hiç oluyor. Zaten yemek
bir gelenekse bizim her on yılda bir “Aaa evet
x marka çikolata vardı değil mi? Ah nasıl da yerdik! Şimdi yok artık!”
yazıklanmalarımızın olmaması gerekir. Tat, bizi geçmişe götürür, bizi mekana
bağlar. Proust’un Kayıp Zamanın İzinde
dizisinin ana karakterinin yediği kurabiye ile çocukluğuna gitmesi gibi bizim
de çocukluğumuza gitmemiz kolayca olabilmeli.
Paris benim için salatalar,
sandviçler, şekerlerlerle dolu bir kent. Sanatı, mimarisi ve bütün muhteşem
yanları kalbimde, aklımda şimdilik duruversin; sırf beni, bir vejetaryeni böyle
güzel, eğlenceli biçimde beslediği için ondan asla vazgeçemem.
Not: Bu yazı, altzine.net dergisinin Bahar 2015 sayısında yayımlanmıştır.
N'a bougé ! palais neufs,
échafaudages, blocs,
Vieux faubourgs, tout pour moi devient
allégorie
Et mes chers souvenirs sont plus
lourds que des rocs.
[1] C.
Baudelaire/ Les Fleurs du mal- Le Cygne II
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.