Yazının kendine
göre bir düzeni vardır ve onu yazan kişiye çok benzer. Sabahları erken kalkan
birilerinin yazdıklarında umut ve neşeyi bulmak kaçınılmaz gibi gelir bana.
Gece geç saatlerde yazdıklarımız ise çoklukla karanlık, içimizde nadiren
gördüğümüz keşiflerimiz, bulgularımız olabilir. Ya da ben öyle sanıyorum.
Kafka’nın
geceleri yazdığını biliyorum. Gündüzleri, geceleri yazdıklarını düzeltmeyle
geçermiş. Sait Faik ise bir gündüz yazarıdır. Balıkçıların sabah kalkışlarını
anlattığına göre, onlarla birlikte uyanıyordur, diye düşünüyorum.
Yazmak isteyip
de yazamayanlar vardır bir de. Onların zamanla bir alıp veremedikleri var.
Hatta yaşamla bir alıp veremedikleri… Her şey bende oldun istiyor, her şeyi bir
çırpıda yazıvereyim istiyor. Baktığı ilk şey yazım kuralları, içerik kolay
gelir sanıyor.
İçerik için sakin
bir kafa, sürekli okuyan bir bellek lazım. Hem de canı ne isterse okuyan bir
bellek değil. Bize şöyle gelir: Kafka da Sait Faik de herhalde sadece canları
istediğinde kitap okumuştur. Öyle değil o iş! Bu kişiler zamanlarının en entelektüel
kişileriydi. Tarihten, coğrafyadan, siyasetten anlarlardı. Sürekli ve yazmak
için okurlardı. Çünkü onların ne düşündüğünü merak eden okurları ya da
sevdikleri vardı. Onlarla oturup konuştuğunuzda daha yazılacak ne çok bilgisi
olduğunu anlardınız; demek ki insan her bildiğini de yazamıyor, her okuduğunu
da, diye düşünmenize yol açacak engin bilgi dağarcıkları olduğunu kavrardınız.
Yazı için okumak, yaşamak, bilmek gerekiyor ama bunların hepsini yazınızda
kullanacaksınız diye bir şey yok.
Yazı kıskanç
bir eylemdir. Sizi arkadaşlarınızdan, sevgilinizden, eşinizden, ailenizden
hatta okuduğunuz kitaplardan bile kıskanır. İster ki en çok onu sevin. İster ki
onun için yaşayın. Müzik gibi; nasıl bir müzisyen en çok enstrümanı sever, sen
de onu sev ister yazı. Ama şöyle düşünmeyin, yazan kişiler kötü arkadaş, sadakatsiz
bir eş, tembel bir memur değildir. Diğer insanlar nasılsa onlar da öyle
becerirler iyi insan olmayı, endişeli, sakar, gayretli ya da meraklı olmayı.
Öte yandan diğer insanlardan farklıdırlar da. Çünkü onların içinde bir gizli bildikleri
vardır. Diyemedikleri ancak yazabildikleri... Başka insanların
anlayamayacaklarını düşündüklerinden emin oldukları incelikleri vardır.
Yazmak için
düzenli bir yaşam gerekir. Ama olağanüstü bir yaşam gerekmez. Dostoyevski düşük
ücretle çalışan bir memurdu; Tolstoy asil bir zengin. Balzac saygın bir burjuva,
Faulkner neredeyse bir çiftçi. Yazan kişinin diğer insanlar gibi bir yaşamı
vardır; ama asla bozmadıkları bir yazma düzeni. Nasıl mı?
Her gün en az
birkaç satır yazarlar. Şimdi benim yaptığım gibi. İyi mi olur kötü mü olur diye
düşünmeden. Bir yerde yayımlanır ya da yayımlanmaz diye düşünmeden. Gerçi öyle
ya da böyle iyi bir yazıcıysanız, yazdığınız her şey bir gün yayımlanacaktır.
Sözgelimi Orhan Kemal’in hala yayımlanmayı bekleyen öyküleri var, oğlundan
biliyorum.
Herkes yazmak
ister. Sevdiğine içini açmak için, çocuklarına miras bırakmak için, gerçekten
derin şeyler düşündüğünü kendine kanıtlamak için. Ama yazamaz herkes. İstediğinde
bir çırpıda, tencerede mercimek çorbası yapmak gibi bir şey olmadığından
yazamaz. Düğme dikmek, ayakkabı boyamak, toz almak gibi bir şey olmadığından
yazamaz. Yazı, süreklilik isteyen, düzen isteyen bir iştir. Üstelik tutkulu ve
ısrarcı olmayı gerektirir. Eğer yeterli tutkunuz, düzenli bir yazma yaşamınız
yoksa sizden yazar olmaz.
Okumak, düzenli
olmak sizi yazar yapar mı peki? Hayır. İncelikli biri olmanız da gerekir.
Kabalık, yüzeysellik yazınızın da kuru olmasına yol açar. Harcıalem şeyler
yazmaktan ileri gidemezsiniz. Herkesin bildiklerini yineler durursunuz. Tıpkı
konuştuklarınız gibi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.