11 Kasım 2020 Çarşamba

MİKADO'NUN ÇÖPLERİ’NDE “ÖTEKİ” KAYNAKLI VAROLUŞSAL SUÇLULUĞUN KAYITLARI


Bu yazı, Ekim 2020 Varlık Dergisi'nde yayımlanmıştır. 

Franck Vidal/ Le regard des autres

Ormanda dolaşırken Kral Midas, Silenos’a “İnsan için iyi olan nedir?” diye sorunca Silenos “Var olmamak, varsa hemen ölmek.” der. Varoluş öylesine zor bir ödevdir ki insan ondan kaçmaya hep çok yakındır. 

Romanlar, öyküler, tiyatrolar varoluş sancılarını betimlemek için iyi birer laboratuvardır. Kendimizi kurarken ayağımıza takılan taşların, bize karşı duranların önünde nasıl da dimdik durmayı öğrendiğimizin anlatısı kuşkusuz çok etkileyicidir. Sartre, Woolf, Faulkner, Joyce gibi yazarların kimi karakterleri kendi kararlarını verme noktasında enikonu bir sorgulamadan geçerek benliklerini fark ederler. Yaşamdan vazgeçmek yerine onu yeniden yorumlayıp özgün biçimde yaşamaya niyet ederler. Mathieu Delarue (Özgürlüğün Yolları), Mrs. Dalloway, Addie Bundren (Döşeğimde Ölürken), Stephen Dedalus (Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi) gibi unutulmaz varoluşçu karakterlerden söz ediyorum. 

Edebiyatta varoluş mücadelesinde yenik düşenler de vardır. Kendi olamayan, kimliği ile eylemleri örtüşmeyen yenik insanlar. Onlara ne olur? Melih Cevdet Anday’ın Mikado’nun Çöpleri’nde buna bir yanıt vardır: Bu oyundaki erkek, kadına “Kendimizi var edemediğimiz için yok ediyoruz.” der. Bu söz, varoluşsal suçluluğun bize neler yapabileceğini gösterir ve hatta varoluşun bir seçim değil ödev olabileceğini düşündürür. 

Kucağında çocuğuyla sokakta kalmış bir kadını, sığınması için kendi evine davet eden bir erkeğin öyküsünü anlatır Mikado’nun Çöpleri.  İki kişilik bu oyunun karakterlerinin özgün adları yoktur. Onlar yalnız Kadın ve Erkek’tir yani herhangi birimizi temsil edebilirler. Bütün gece iki farklı hayat, iki farklı insan çarpışıp duracaktır. Onlar, başkalarının belirlediği hayatı yaşamış, karar vericilerine karşı duramayıp yaşama ve insanlara güvenlerini yitirmiş insanlardır. Geçmişlerinde pek çoğumuzda görülebilecek travmalar, terk edilişler, boyun eğişler vardır. Kadın ve Erkeksabaha kadar başka kimseye söyleyemedikleri sırları itiraf ederler. Bu sırlar ya bir suçu ya da haksızlığa uğramayı işaretler.

Varoluşsal suçluluk kendinden memnun olmama, dünyayı ve insanları yadırgama, düşündüğü ile yaşadığının çelişkisi arasında açmaza girmeyle başlar. Oyun, başkasının gölgesinde yaşamaktan asla hoşnut olunamayacağını anlatır. Hayatta iddiası olmayanlar bile yaşamlarının kontrolünü ellerinden kaçırdıklarında öfkeye kapılır, küser, yıkılır hatta ne yazık ki intihar ederler. Bize ait olmayan ömür yaşanası değil, eziyettir. Öyleyse yaşamın bize verdiği “varolma ödevi”ni yerine getirememiş olmanın suçluluğundan kaçmak olanaksız görünüyor. “Hep başkaları için yaşadım, nasıl da hata etmişim,” özeleştirisi modern insanın yazgısına dönüşmüş olabilir. 

Dilbilimde varlıkları +insan (artı insan), -insan, (eksi insan) +canlı (artı canlı) ve -canlı (eksi canlı) diye kodlarız. +İnsan dışındaki tüm biçimlerin dünyadaki varoluşları ile özleri iç içedir. En azından insan, kendi türünün dışındakileri böyle kavrıyor. Bulantı’daki taş örneğini hatırlayalım. Taşın varoluşu ile özü arasında bir çelişki yoktur. Bir taşın doğadaki işleviyle hammaddesi arasında örtüşme söz konusudur. Oysa +insan yaşadıkça, deneyimledikçe, düşündükçe varoluşunu kurar ve özünü oluşturur. Öldüğümüzde varoluş sürecimizi sona erdiririz. Yaşama biçimimiz benliğimizle örtüşmediğinde kendimizi bu dünyada kurban gibi görür, kendimize karşı suçluluk duyarız. 

Varoluş maceramızın en büyük engeli de en somut aracısı da “öteki”dir. Bize engel olan öteki ile bize ayna tutan öteki, aynı kişi ya da aynı toplum olabilir. Öteki ile baş edemediğimiz için varoluş sürecinde yenik düşebilir, öteki ile kendimizi ayrımsayarak, karşılaştırarak varoluşumuza hizmet edebiliriz. Öteki ile ilişkimizin biçimi bizim elimizde. 

Oyundaki Erkek, insanlardan/ötekilerden nefret ettiğini söyler. Çocukken kendisi hariç herkes onun evlatlık olduğunu biliyordur ve bir gün sıra arkadaşı acımasızca bu gerçeği onun yüzüne haykırmıştır. Herkesin bize yalan söylediği bir dünyayla karşılaşma travmasından sonra birilerini sevmek, onlara inanmak kolay iş değildir. Öte yandan Erkek’in dünyaya ve insanlara karşı nefretle bakması kabul edilebilir değildir. Yetişkin olduğumuzda elimize verilen kimlik paketi pek azımızı mutlu eder; bu pakete mahkûm olmadığımızı hatırlamamız gerekir.  Başımıza gelen haksızlıklar kuşkusuz sert ve kesin yargılara varmamıza yol açsa da tüm “ötekileri” düşmanlaştırmamız akıllıca değildir. Niçin? Çünkü var olabilmek için diğerlerine zorunluyuz.


Fransız varoluşçu düşünür Gabriel Marcel, benliğimizi ancak ötekinin varlığıyla ayrımsayabileceğimizi ifade etmek için “Birlikte varız” der. “Öteki”nin “öteki ben” olduğunu belirten Maurice Merleau Ponty de insanın kendini önce çevresinden uzaklaşarak var ettiğini, sonra çevresine yeniden yöneldiğini belirtiyor. Bir başka varoluşçu Martin Buber “Bir başkası olmadan sevemeyiz; iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin olamayız.” diyerek benliğimizi ötekiyle sınadığımızı, benliğimize nitelikler kazandırdığımızı vurguluyor. İnsanları kendimizden yola çıkarak buluruz; başkalarıyla iletişime girmedikçe kendimizi tanıyamayız. Demek ki her tür durumda ötekiyle çarpışarak kendimizi var ediyoruz. 

Çocukluk yaşantılarımızdaki kararlar bize ait değildir. O sırada başımıza gelmiş olumsuzluklarla yüzleşmemiz gerekir. Bunların üstesinden gelebilirsek kimliğimizi, benliğimizi özgürce ortaya koyabiliriz. Anneler, babalar kendi doğruları ölçüsünce çocuğun kararlarını etkiler. Olumlu ya da olumsuz, yapıcı ya da yıkıcı her tür etki bizim kişiliğimizi etkiler.  Gideceğimiz okullar, giyinme biçimiz, nezaket kuralları, özgüven, biteviye gelenekler, inançlar vd. onlar tarafından belirlenir. En özgürlükçü ebeveynler bile istemeden çocuklarını etki altında bırakırlar. Bazılarımız bu etkileri hiç sorgulamadan yaşayıp gider. Kimilerimiz bu öğrenmeleri reddedip yenilerini edinir; bu durumda bile çocuklukta benimsenmiş kodlar silinmez, izi kalır. Bilgiye ve deneyime önceki çağlara göre daha kolay ulaşılabilen bu çağda kişinin kendi düşlerini, ereklerini, ilkelerini gerçekleştirme yolunda çabasız kalması, başaramadıklarının faturasını başkalarına çıkarması doğru değildir. 

Mikado’nun Çöpleri’nde Kadın, çocuk yapma yetisi olmayan kocası tarafından, bir başkasının çocuğunu satın almaya ve sanki onu kendi çocuğuymuş gibi göstermeye zorlanmıştır. Sorumlunun kendisi olduğunu bilmesine rağmen kocası, karısını sürekli aşağılamıştır. Kadın, kendine yapılanın farkına varsa da bu yalanın ortağı olmayı kabul etmiştir. Oysa otorite konumundaki ötekinin isteğiyle yaşamsal kararlar almak kendi varoluşumuza değil kendimizi yok edişimize hizmet eder. Erkek, evlat edinilmiş, Kadın ise bir başka çocuğu evlat edinmiştir. Bu çapraz örtüşme, yaşamlarımızın nasıl yinelendiğini, birbiriyle nasıl örtüştüğünü gösterir. Erkek, adeta geçmişte kendisini evlat edinen kadınla yüzleşmiş gibi olur.

Yaşantılarımız benzese de onu yorumlamak bizimle ilgilidir.  Çocukken işler ters gitmiş olsa da yetişkin olunca özne, elindeki herhangi bir güç ya da denge merkeziyle kendi sıçrayışını gerçekleştirmelidir. İnsan kendine anlam verirken başkalarının yüklediği anlamlarla yetinmemelidir. Örneğin oyundaki Kadın eğitimlidir, isterse kocasını bırakabilir, çalışıp para kazanarak kendi özgür yaşantısını kurabilir. Görünen o ki kocasının ve dolaylı olarak babasının idealleri ve ona aktardığı anlamlarla yetinmiştir. Bu yüzden var olma macerasında şimdilik yarı yolda kalmıştır.  

Husserl yaşayan bir canlıya benzeyen “anlam”ın değişken olduğunu, gelişip öldüğünü söyler. Kendimizi nereden ve nasıl gördüğümüz, kendimize hangi anlamları yüklediğimiz ve bu anlamlardan nasıl vazgeçtiğimiz önemlidir. Bütün bunları özgürce mi yoksa ötekinin baskısı altında yapıp yapmadığımız, seçme sorumluluğunu alıp almadığımız dikkate değer sonuçlar yaratır. Öteki’nin ben’i nasıl gördüğünün önemi var mıdır? Kuşkusuz evet. Hatırlarsak, ben ötekiyle kendini ölçüyor, kıyaslıyor ve fark ediyordu. İyi dostların birbirlerine ilişkin düşüncelerini açıkça söylemesinin yararı bu yüzdendir; ayna etkisi yaratmak için. Öteki’nin bize ilişkin yargısını hiç sorgulamadan benimsemekten söz etmiyorum. Öteki’den gelen yargıyı, kendi seçimlerimize aracı kılmaktan, bir değerlendirme ölçeği olarak kullanmaktan söz ediyorum. Bunu Leibniz ve Ponty’nin ev imgesini yorumlamaları ile açıklayalım:

 Leibniz, Seine Nehri’nin kuzeyinden başka, evin içinden başka, uzaktan bakıldığında başka türlü görünen komşunun evinden söz eder. Evin kendisi bunlardan hiçbiri değildir, bu bakış açılar geometraldir; yani komşunun evi aslında hiçbir yerden görünmeyen evdir. Ponty ise bir nesnenin görünüşünün, başka birinin ya da aradaki başka bir nesnenin açısıyla sürekli kendini yenilediğini; yani evin aslında hiçbir yerden görünmeyen ev değil her yerden görünen ev olduğunu düşünür. Ponty, öznenin izlenimlerinin gerçeği kuramadığını, yalnızca betimlediğini öne sürer. Bizim varoluşumuz, benliğimiz de izlenimlerden doğar. Ben ve öteki birbirlerine karşı her zaman izlenim halindedirler.  Öte yandan +insan (-insan ve -canlı bir varlık olan evden farklı olarak) kendisine yöneltilen tüm bakış açılarını yorumlayabilir. Deneyimlerle, öğrenmelerle benliğimizi değiştirir, dönüştürürüz. Gençliğimizden beri aynı olduğumuzu söylemek, erdemden çok varoluş ödevini gerçekleştirme yolunda kusur görülmelidir. Çocukluk ve gençlik çağında yaşamımızın yönetiminin kendi elimizde olmadığını bildiğimiz halde bize sunulan kalıpları yineleyerek yaşamak bir tür konformizmdir. 

Kadın’ın toplumsal onaylanma duygusunun ne derece yüksek olduğu oyun boyunca çeşitli örneklerle ortaya koyulur. Erkek’e gece vakti sokakta kalışını sürekli açıklamaya çalışır. Erkek onu hiç sorgulamamasına rağmen süreğen olarak yersiz bir aklanma peşindedir. “Ben çaresiz kaldığım için… Yoksa… Bu saatlerde dolaşmayı sevdiğimden değil.” der. Erkek “Ne kadar korkuyorsunuz benden. Demek hakkınızda kötü şeyler düşünmem, bu gece sizi sokak ortasında bırakan durumdan daha önemli? Bırakın canım, ne düşünürsem düşüneyim… Ne düşünürlerse düşünsünler,” diye karşılık verir. Kadın için toplumda kabul görmek fazlasıyla önemlidir. “Ama ileride bu olayı düşündüğünüz zaman, tanımadığınız bu kadını haksız yere küçümsemeyin, aşağılamayın onu.” sözlerinden, bilmediği ortamlarda bile yargılanmaktan endişe duyduğunu anlarız.

Oyunda öznenin varoluşsal suçluluğunun nedeni sayılabilecek pek çok öteki örneği vardır. Kadın öteki’nin davranışlarına genelde uyum sağlamıştır; Erkek ise öteki’nin dışladığı olmuştur. Kadın hiç onaylamadığı halde bazı suçlara ortak olmuş, sessiz kalmıştır. Erkek ise her yaşadığı dışlanma ve yabancılaşmada öfke ve nefret duygularını pekiştirmiştir. Kadın suça ortak oluşlarına şöyle bir örnek veriyor: Çocukken öğretmenleri sınıfa düşük not verdiğinden sınıf arkadaşları öğretmenlerine iftira atarlar; sınıftan dışlanmamak için o da bu iftiracı ordusuna katılmıştır. Erkek ise bir dışlanma örneği verir: Seçtiği arkadaş grubuna girmek isterken grup arkadaşları tarafından aşağılanmış ve gruptan uzaklaştırılmıştır. Her iki örnek olay da grup davranışlarının bireysel davranış ve tutumları ezdiğini, insanların toplum dışı kalmaktan korktuğunu ya da bir gruba girdiğinde o grubun haksız uygulamalarına boyun eğebildiğini gösterir. Erkek, grupların bir hedefi düşmanlaştırarak güçlendiğini şu sözlerle ifade eder: “Birini alçaltmak, insanı namuslu kılar, gururlandırır. Alçaltacak birini bulamadık mı, biz nasıl yükseliriz?”. Öteki ile kurulan ilişkinin dengesinin oldukça hassas olduğu ortadadır; öteki ben’i şu ya da bu nedenle kötüleştirebilir, kötülüğe ortak edebilir. 

Kadın öteki karşısındaki yenilgisini de şöyle itiraf eder: “Ben hiçbir şey seçmedim bugüne kadar, kendimden hiçbir şey yapmadım, kendim olmadım hiç. (Düş görüyor gibidir.) Ya sokak başında buldum kendimi ya tanımadığım bir evde. Ama hep mutluydum, ne olduğunu bilmeden mutluydum, mutluluktu benim görevim. Beni ya zorla uzaklaştırdılar içlerinden ya da nedenini söylemeden çağırdılar yanlarına. Değişmedim hiç, okşandığım zaman da itildiğim zaman da hep aynı kaldım. Kör şeytanın işi idi beni sevindirmek, ağlatmak. Var olmam başkalarının istemine bağlı kaldı hep.” Kadın’ın edilginliği seçmesinin mazur görülecek yanı yoktur. Zor olsa da varoluş ödevini yerine getirmek gerekir. Edilginliğin yarattığı bu suçluluk halinin sonlandırılması, yaşama ve seçme sorumluluğunun ele geçirilmesi gerekir.

Erkek, anne tarafından terk edilip evlatlık verilmesini temel ölçü olarak kabul etmiş, bundan sonra yaşamında olan hiçbir şeyin sahici olmadığını düşünmeye başlamış, yaşamındaki hiçbir şeyin kendi seçimi olmadığı genellemesine varmıştır. Kadın’ın kendisine güvenmediğini düşününce şöyle söyler: “Güven vermiyor suratım demek. İyi bir surat değil bu, biliyorum. Ama ben yapmadım ki suratımı… Bundan dolayı sorumluluk alamam üstüme…”. Yüzünün güven vermiyor oluşu, doğuştan gelmiş olamaz. Bu açıklama, dünyaya gelme biçimine öfkelenme ifadesi gibi görünür.

Erkek, Kadın’ın öteki önündeki edilginliğini affetmez: “İnsanın başına gelen değildir önemli olan, başına gelenlere karşı ne yaptığıdır. ‘Bana şöyle yaptılar, böyle yaptılar, şöyle haksızlık ettiler, böyle kötülük ettiler’… yaparlar elbet, haksızlık da ederler, kötülük de ederler. İnsanın işi gücü bu. Sen ne yaptın bunlara karşı be adam? Bir şey yapmadınsa, acizim de zavallıyım de bari. De be! Korkma! Çoğalsın acizler, zavallılar, çoğalsın. Niçin kapandın evde, bir şey yapamaz mıydın?”. Başımıza gelen haksızlıkları alt etmenin yolu itiraz etmek ya da alanı terk etmektir. Kendimiz olmamıza izin verilmiyorsa ya da ahlaki olarak doğru bulmadığımız eylemlere ortak edilmek istendiğimizde itiraz hakkını kullanmak gerekir. Toplumda kadınlar babaları, kocaları ya da onların sözcülüğünü tutkuyla yapan anneleri aracılığıyla benliklerini yok edebiliyorlar.

Erkek, insanların dilediği gibi yaşamalarına itiraz edenlerle alay eder: “Sonra da kutsal aile sözünü dillerinden düşürmezler. (Taklit ederler.) Yıkıcılıktır efendim. Ulan sen kendin yıkıntısın be! Yok gelenekler varmış, töreler varmış, kutsal kurumlar varmış… Onlar Mikado’nun çöpleri senin için… (Oyunun taklidini yapar) Dur ahlak sarsıldı sıra bende… Bak, geleneği sarsmadan yirmi sayıyı iki parmağımın ucu ile alıvereceğim…” (Başka bir sesle) Dur, sarstın geleneği, sıra bende… Şu kutsal kurumlardan birini elime geçirsem işim iştir, ha gözüm Samuray’da azizim…çaktırmadan elime geçirdim mi, yaşadım demektir. Oyun oynuyorlar, kumar oynuyorlar be!” der. Toplumsal anlamadaki tüm dayatmacılığın sahteliğine isyan eder. Mikado’nun Çöpleri metafordur. Gelenekler, kutsallar kullanılarak çıkarlar elde edilir; düzen böylelikle devam eder. 

Oyunda açık görüşlü görünse de başkalarının görüşlerini yalnız meraktan ya da nezaketten dinleyip onlardan hiç etkilenmeyen insanlar da eleştirilir. Erkek, komşusu için “Düşünceler, tartışmalar, çatışmalar, ne diyeyim, savaşlar bile rakı mezesi gibi bir şeydir onun için, konuşmaya yarar sadece. O yüzden hoşgörülüdür, kızmaz hiçbir düşünceye” diyor. Herkes herkesin yaşamını, düşüncelerini merak ediyor, fakat bu merak kendi düşüncelerini değiştirmeye ya da gerçekten öteki’yi anlamaya çalışmaya yaramıyor. Sözlerinde yeniliğe açık, özgürlükçü görünen bazı insanların geleneklerin, dedikoduların, güçlülerin ve ezberlenmiş düşüncelerin egemenliği altında olduğu vurgulanıyor. Kadın ise kocasının gazetelerde ne yazılıyorsa onu tekrar ettiğini, sürekli siyasetten konuştuğunu ama bunların kendi özgün düşünceleri olmadığını söyler. Varoluş macerasında okur yazar olmanın da tek başına işe yaramadığının altı çizilmiş olur. Okuduklarımızı yaşamımıza aktaramadığımızda, baskı ya da eleştirilme korkusuyla sustuklarımızda içten içe suçluluk duyarız. Görüşünü onaylamadığımız otoritenin attığı nutuk karşısında gözlerimizi yere indirip dalıp gittiğimizde, sonra işi şakaya vurup konuyu değiştirdiğimizde içimizdeki benlik, o varoluş yolcusu gün be gün yok olur gider. 

Erkek varoluşsal suçluluğunu öfke ve nefrete dönüştürmüştür. Kadın bu tavrı eleştirir: “Nefret ettiğin şu insanlardan daha baskın çıkmışsın kendine karşı. Onların yapamayacağı kötülüğü yapmışın kendine. Sevginin kökünü kazımışsın içinde, rahimlerini kazıta kazıta çocuk doğuramayacak duruma gelen kadınlar gibi olmuşsun. Sade yalnızlığın için çalışmışsın, büyük duvarlar örmüşsün çevrene, ama sonra bir de bakmışsın ki duvarların içinde kimse yok.”.Talihsizlikler, haksızlıklar, aldanışlar dünyadan ve insanlardan vazgeçmemiz için yeter sayıdadır ve onlardan nefret etmek zor değildir; öte yandan bu bir çözüm de değildir.  

Erkek Kadın’ın insanları sevme önerisine itiraz eder: “Hergele takımının namussuzluğunu, alçaklığını ben mi yükleneceğim şimdi? Onlara da sevgi mi göstereceğim? Saçmalıyorsun. Diyelim anam da bırakmış beni bir eve, gitmiş öldürmüş kendini… Benim suçum mu bu? (…) Herkesten nefret ediyorum. (…) Diyorum ki, bu dünyadan iğreniyorum.”   Kadın, Erkek’in bu çaresiz sözleri karşısında öyle etkili bir şey söyler ki nutkumuz tutulur: 

“Dünya ile arandaki savaşta dünyaya yardım et.”

Dünyadan ve insanlardan şu ya da bu gerekçeyle vazgeçmek, yaşamı iyileştirmez. İnsanın öteki’den nefret etmesi, ona karşı pasif agresif bir tutum izlemesi dünyadaki haksızlıkları, eşitsizlikleri süreğen kılar. Herkes kendini kurban olarak görürse adaletsiz otoriteye, yanlış uygulamalara kim dur diyecektir? 

Varoluşumuzu tamamlamak bir seçim değil ödevdir. Bu ödevi reddetmenin bedelini insan hem kendisi öder hem toplumdaki diğer insanlara ödetir. Öteki’yi yok sayar ya da büsbütün ona boyun eğer. İster bilinçli ister bilinçsiz kendini ve ötekiler’i yok etmeye dönük yaşar. Var olmayı reddedip öteki’ye gönüllü olarak bağımlı olmak, onu sorgulamamak ama içimizden bunu yaptığımız için suçluluk duymak, varolma savaşı verme korkaklığımıza kılıf bulmaktan başka bir şey değildir. 


Çelik, Tuğba (2020). Mikado'nun Çöpleri'nde Öteki Kaynaklı Varoluşsal Suçluluğun Kayıtları, Varlık Dergisi, 88(1357), ss.12-16. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...