28 Kasım 2020 Cumartesi

AŞK MI ÖZGÜRLÜK MÜ DAHA GÜZEL? AYLA KUTLU/HOŞÇA KAL UMUT

Bu yazı daha önce Roman Kahramanları dergisinin 2020/42. sayısında yayımlanmıştır. 

 Tamar Kvesitadze: Man and Woman (Kinestetik Heykel-Gürcistan-Batum) 


Aşk, olumsuz koşulların geçmesini beklemez, ansızın çıkıp gelebilir. Zorlukların ürettiği aşk genellikle trajik bir öykü halinde yaşanır ve biter. Bu yüzden, çoğu kez sanatsal bir düzlemde anlamak istediğimiz aşkın niteliğini bazen sosyal psikoloji ve tarihsel koşullarla açıklamak zorunda kalabiliriz. Bu yazıda, Ayla Kutlu’nun Hoşça Kal Umut romanını da işte bu açıdan yorumlayacağız. 


12 Eylül 1980 Darbesi ve ardından yaşanan yıllar, Türkiye’de düş kırıklıkları sağanağı altında geçmiştir. Hakikatin peşinde olan roman, bu döneme kayıtsız kalmamıştır. Bu dönemin etkilerini, romanlardan anlamak mümkündür. Aşk umut ister ama 1980’leri anlatan romanlarda bu umudu bulmak kolay değil. Ne de olsa bu yıllarda, çok sayıda insanın ümitleri, kişisel yaşamlarını etkileyecek kadar tükenmiştir. Edebiyatımız da bu iklimden payına düşeni almıştır. Ne Adalet Ağaoğlu’nun “Hayır”ı ne Bilge Karasu’nun “Gece”si ne de Orhan Pamuk Sessiz Ev’i yüreklerimize su serper. Bu romanların iklimi puslu, hüzünlü ve endişe vericidir. 

1980 Türkiye’sini anlatan sembolik yapıtlardan biri Ayla Kutlu’nun “Hoşça Kal Umut” romanıdır. İyi eğitimli, varlıklı bir kadın olan Aygüz’ün kendinden on yaş küçük devrimci bir genç adama, Oruç’a duyduğu aşkı anlatıyor bu roman. 1971 olayları sırasında, on dokuz yaşındayken müebbet hapse mahkûm edilmiş olan Oruç, sekiz yıl cezaevinde yattıktan sonra infaz yasasından yararlanarak hapisten çıkıyor. Kurumlar arasında çıkan yorum farkı sonucu, mahkumların cezaevlerine geri alınmaları için yakalama kararı çıkarılıyor. Dışarıdaki yaşama alışmaya başlayan Oruç cezaevine dönmek istemiyor. Üstelik o, yaşamak için kendine yeni bir umut bulmuştur: Aygüz. Cezaevinden çıktıktan sonra Aygüz’le aralarında başlayan aşk ilişkisi onu hem korkutur hem onun tek sığınağı olur.

Aygüz’le yolları kesişmeden önce Oruç, ilkin ailesine ve sonra arkadaşlarına gider. Ailesiyle yollarının çoktan ayrıldığını hemen anlar; evdekiler ona saygı duyarlar ama onu anlayamayacak kadar geleneksel bir hayata bağlanmışlardır. Hapisteyken edindiği bazı alışkanlıklar, değişen yaşam koşullarına uyum sağlayamayışı da fakülteden arkadaşlarının Oruç’tan uzaklaşmasına yol açar. Üstelik arkadaşları için sanki o, çoktan arkalarında bıraktıkları bir tarihin beklenmedik misafiri gibidir.  Onu acımasızca eleştirirler, hatta onunla alay ederler. Yirmi yedi yaşındaki Oruç, bir süre için bu hoyrat davranışlara katlanır; çünkü her şeyden önce birilerine başından geçenleri durmaksızın anlatma ihtiyacı içindedir. Ev arkadaşları onu dinlemekten sıkılır. Anlattıklarını dinleyecek yeni birilerini bulmak zorundadır.

Üniversite yıllarından hayal meyal hatırladığı Aygüz’e uğramasıyla Oruç, kendini dinleyecek birini sonunda bulduğunu anlar. Üstelik böylece, beklenmedik bir aşk macerasının içine düşmüş olur. Bundan sonra artık romanın odağı yalnız Oruç’a değil, hayat acemisi olan bu adama âşık bir kadına da yönelir. Aygüz, Ankara’da iyi eğitimli bir iç mimardır. Varlıklı, sanatsever, hiçbir ideolojiye bağlı olmayan, evlenmemiş, kırklarında, güzel bir kadındır. Onun durumundaki bir kadının Oruç’a ilgi duyması beklenir bir şey değildir. Zaten ilişkileri toplum önünde de kabul görmeyecektir. Siyasal nedenlerle Oruç, Aygüz’e yasak edilmek istenir. Böylece, dönem ve koşul gözetmeyen aşk, bir sorun yumağı ve aynı zamanda bir umut olarak önümüze serilir.

Oruç ile Aygüz, sabahlara kadar konuşurlar. Bu ikilinin söyleşilerinden, iki farklı dünya yorumu, iki farklı toplum algısı çarpışıp durur. Oruç, devrimci ve kötümser; Aygüz konformist ve iyimser. Ayrıca, ikisinin de yaşadığı çevreden devşirdiği geleneksel izleri var. Örneğin, Aygüz âşık olduğunu anlar anlamaz evlilik hayalleri kuruyor. Oruç ise onu eski sevgililerinden kıskanıyor. İkili arasında gerilimler doğuyor. Genç adam, yeniden hapse girmeye korktuğundan Aygüz’e hiçbir şey için söz veremeyeceğini söylerken sevgilisinin kalbini kırıyor.  Aygüz onun için her şeyi feda edebileceğini ima ederken Oruç taş kesiliyor. Yalnızlıktan sıkılmış ama kimseye ihtiyacı olmayan güçlü bir kadınla geleceği belirsiz ve tedirgin bir genç adam arasındaki ilişki, roman boyunca iniş çıkışlarla sürüyor. 


Aygüz’ün Oruç’a aşık olduğunu söyleyebilsek de tersini söylememiz aslında çok zor. Sığınacak başka bir yeri olmayan Oruç, sevdiği kadında güveni, ilgiyi ve koşulsuz sevilmeyi buluyor. Öte yandan Aygüz onu nedensiz seviyor. Tıpkı Descartes’ın söylediği gibi: Aşk, sebebi olan öznenin iyi ya da kötü olduğunu hiçbir şekilde algılamaksızın içimizde doğabilecek bir tutkudur.  Oruç’a âşık olduğundan içi kıpır kıpır oluyor, heyecandan ve mutluktan gözleri doluyor. Bu açıdan Aygüz’ün aşkı Spinoza’nın tarifine de uyuyor: Aşk, dışsal bir nedenin eşlik ettiği sevinçten başka bir şey değildir. 

Peki biz niçin Oruç’un Aygüz’e âşık olduğunu hiç anlamıyoruz? Ayla Kutlu, aşkın özgürlükle bir ilgisi olduğunu, özgürlüğünü kaybedenlerin onu tekrar elde edene dek aşkta bağlanma sorunları yaşayacaklarını ima ediyor olabilir mi?

Dükkanlar, kitapçılar, siyasal nedenlerle Oruç’un gelip gitmesinden tedirgin oluyorlar. Kimse başına bir bela almak istemiyor. Eş dost aracılığıyla büfede zar zor bir iş bulsa da aynı gerekçelerle alelacele işten çıkarılıyor. Engellerle başa çıkmaya çalışan onurlu bir genç adam olarak Oruç’un sevgilisine aşkını açıkça gösterdiği bir sahneye belki de bu dertler yüzünden rastlamıyoruz. Bu sevgiyi sezebiliyor, olsa olsa yakıştırıyoruz. Oruç’un aşka varıncaya dek çok daha hayati bazı sorunları var: Özgür olmak, iş bulmak, güvenli bir yaşam kurmak…

Schopenhauer aşkı “türü sürdürmek için bir tuzak” olarak niteleyerek onu tensel olana ve içgüdüye indirger. Bu bakış, edebiyat metinlerini yorumlarken yeterince işlevsel bir bakış açısı sunmasa gerektir. Edebiyat metinleri aşkı, çok daha derin birtakım insanlık durumlarını betimlemek için kurgular. Romanın ana karakterlerinden Aygüz sevgilisiyle evlenip çocuk sahibi olmayı düşlese de aşkının tek gerekçesi çoğalmak değildir. O hem bir başkasını kollayıp gözetmeyi hem de biri tarafından sevilip değer görmeyi arzular. 
Rubin 1970’lerde aşkın, sosyal psikolojideki karşılığını üç aşamada sınamayı önerir: a- Kişinin kendi iyilik ve mutluluk ihtiyaçlarını karşılamak için bir başkasına bağlanma ihtiyacı b- Bir başkası için endişelenerek kendi kendine yetme ve ilişkiyi sürdürme taahhüdü c- Başkalarına karşı ayrıcalıklı hissetme arzusu. Bunlardan birinin eksikliğinin aşkı kusurlu kılacağı varsayılırsa Aygüz ideal, Oruç kusurlu bir aşıktır. 

 “Bağlanma” aşamasında bile Oruç geri düşer. Günün birinde cezaevine geri döneceğini sezdiğinden hiçbir söz vermek istemez, kendisi bile bu aşkın geleceğine ilişkin bir düş kurmaz. Aygüz ise Oruç’la yalnızlığına bir son verebileceğine, yıllardır aradığı mutluluğu sevgilisiyle yakalayabileceğine inanır. “Bir başkası için endişelenme” bakımından Oruç neredeyse kördür. Aygüz’ün ona olan ihtiyacının farkında bile değildir. Kendi derdine düşmüş olan bu adamın özgüveni yüksek, hoş bir kadın için endişelenecek bir şeyi doğrusu yoktur. Oysa Aygüz, onun bir işi, bir geleceği, güvenli bir yaşamı olsun diye elinden geleni yapmak ister. Ne yazık ki bu aşk Oruç’un kendini “ayrıcalıklı hissetme”sini de sağlamaz. O hep tetiktedir ve sevgilisini başkalarından saklanarak sever. Öte yandan Aygüz, tüm eleştirilere, uyarılara rağmen Oruç’la yan yana durur. Siyasi suçlu olması, kendinden yaşça küçük olması gibi nedenler, ondan utanmak şöyle dursun ona büsbütün şefkat duymasını sağlar. Onun tüm acılarını dindirmek, hiçbir karşılık görmeyeceğini bile bile onun için kendini feda etmek ister. 

Aşk üzerine düşünen Steinberg ideal aşkı üç sözcükle özetler: samimiyet, tutku ve bağlılık. Bunların herhangi birinin eksik olmasının aşkı romantik, takıntılı, zayıf vs. kılabildiğini söylüyor. Yani aşk hastalıklı da iyileştirici de olabilir. Hoşça Kal Umut’un odağındaki aşk ilişkisi, takıntı ya da histeri gibi etkilerle yıpratılmış görünmüyor. Yalnızca Oruç’un örselenmiş kişiliği ve hapishane hayatının izleri nedeniyle bu aşk hakkıyla yaşanamamış, yarım kalmıştır. Aygüz, Oruç’a içtenlikle bağlanmıştır. Merhametle, gururla, merakla izlediği Oruç’un kafasında ise sürekli gelecek endişesi vardır. Gencecik yaşında kapanıp kaldığı hapishane hayatına geri dönme tehdidiyle burun burunadır. Oysa yaşamdan beklediği şey kendi ayakları üzerinde duran bir insan olmayı başarmaktır. Fakülteyi bitirmek, işe girmek, ailesine destek olmak ister. Ne yazık ki insanlar ona bu şansı vermeyecektir. Aygüz’ün maddi desteğiyle kurulacak bir iş onun gurunu inciteceğinden, kabul etmez. Öte yandan sevgilisine karşı tutkuları olsa da bunu söylemek, belli etmek yerine içinde taşımayı yeğler. Sevgi dolu sözler söylerse zayıf görünmekten ve bir gün yeniden hapse girerse bu aşkın ona daha büyük bir acı vermesinden korkar. Bu zor denklem karşısında, kim olsa zorlanmaz mı? Aygüz bu aşkı üstlenir. Oruç’u anlar, affeder ve tüm olanaksızlıkları sineye çeker. Büyük bir aşkı yalnız başına yaşar gibidir. Savruluşu, toparlanışı, yeniden dağılışı ve nihayet yok oluşu yüreğimizi kedere boğar. 

Oruç’un kördüğüm olmuş yaşamı, Aygüz kadar okuru da çaresiz bırakıyor. Onun korkuları, dargınlıkları, öfkeleri ve yılgınlıklarıyla tanışmak sarsıcı bir yüzleşmeye yol açıyor. Hem onu anlıyoruz hem de Aygüz’e yeterince yakınlık ve bağlılık duymuyor diye ona güceniyoruz. Ayla Kutlu, Oruç’un yalnızlığını, okuru bile ona yabancılaştırarak öylesine somutlaştırıyor ki böylelikle o dönemin genç kuşağının psikolojik olarak nasıl bir yalnızlığa maruz kaldığını sezebiliyoruz. Anlaşılmayan, istenmeyen, itilen, korkulan gençler… Hapse düşmüş, işkence görmüş gençler, özgürce bir yaşam kurmayı maalesef ertelemişlerdir. Kopan aile bağları, yarım kalan okullar, boğazda düğümlenen düşler, geride kalan ve ne yapacağını bilemeyen aileler, sevgililer ertelenen bu yaşamların koyu gölgeleri olmuştur…

 İyilik dolu duygular barışçıl bir toplumda dallanıp budaklanır. Korku, endişe ve yasaklamalar ekseninde yaşanan tüm güzel duygular buruk yaşamaktan kurtulamazlar. Tıpkı Oruç ve Aygüz aşkının başına gelenler gibi… 1980 dönemi romanları, şarkıları, şiirleri, filmleri ve onların içerdiği aşklar işte bu yüzden hep bir hayli kırık, eksik, yetim ve öksüzdürler. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...