9 Kasım 2013 Cumartesi

Cambaz


İp üzerinde yürümek bir denge meselesinden çok, bir şeyi yapmayı çok istemekle  ilgilidir. Çocukken  cambaz olmayı isterdim. Pırıtılı elbiseler giyip derin bir nefes aldıktan sonra upuzun bir ipin üzerinde sessiz ve güçlü adımlarla yol  almayı düşlerdim. Hayatın tam ortasında esnek ve dengeli kalabilmek, ne büyük başarıdır!

5 Kasım 2013 Salı

FELSEFE İLE ROMANIN KARDEŞLİĞİ: VAROLUŞ VE ROMAN

Ekim ayında yayımlanan kitabım Varoluş ve Roman üzerine Kaan Mercan Ateş, Sözcükler dergisinin Kasım- Aralık 2013 sayısında bir yazı yazmış. Yazıyı çok beğendim ve Ateş'in yazısına blogda yer vermek istedim. 

FELSEFE İLE ROMANIN KARDEŞLİĞİ: VAROLUŞ VE ROMAN

Tuğba Çelik, Varoluş ve Roman adlı inceleme kitabıyla romanlar okuyarak dünyadaki konumunu anlamaya çalışan eleştirel okura yeni bir kapı aralar: Felsefenin kapılarını...
Roman Cervantes’in Don Kişot’uyla başlamış, aslında felsefeyle kardeş doğmuştur. Felsefe, akılcı ve ısrarcı büyük kardeş iken; büyük soruları sormaktan çekinmeyen ve onlara kesin yanıtlar vermeyen roman ise küçük kardeştir. 
Roman, aydınlanma çağındaki insanın ‘biz’den ‘ben’e dönüşme savaşımının ürünüdür. Şövalye hikayelerinde, destanlarda, masallarda boy gösteren karton kahramanlar, romanlarda özgün ben’lere evrilir.  Don Kişot, ne ailesinden, ne arkadaşlarından kimselere benzer. O yel değirmenleriyle savaşmayı göze almış,  akıl almaz, mükemmel bir roman karakteridir.

20 Ekim 2013 Pazar

HORKHEİMER ve ADORNO, BOTTON'U YENER

Yıllar önce Alain de Botton'un Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı'nı  okumuştum. Bu kitap, bana kalırsa çalışmak kavramına dönük yapılmış en yıldızlı güzellemelerdendir. Botton, insan neden çalışır,hiç bilmediğimiz ve çok iyi bildiğimiz bazı mesleklerin incelikleri nelerdir gibi sorulara tatmin edici yanıtlar verir. Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı, çalışmayı sevenler için ilham vericidir. Okumak lazım.
Birkaç gün önce, Adorno ve Horkheimer'ın Teori ve Pratik Üzerine Bir Tartışma adıyla yayımlanan bir tartışmasını okudum. Doğal olarak tartışmanın içeriği çelişkilerle dolu. Üstelik birbiriyle dost bu iki düşünürün zıtlaşmaları, atışmaları, şakalaşmaları tartışmayı baldan tatlı kılıyor. Gelelim Botton'dan bana kalan yadigara, yani çalışma meselesine.

20 Eylül 2013 Cuma

ÇOCUKLAR İÇİN TÜRKİYE GÜNCEL SANATI


Halil Altındere ve Süreyyya Evren'in hazırladıkları Çocuklar İçin Türkiye Güncel Sanatı,  son zamanlarda çocuklar için yazılmış en ilgi çekici sanat kitaplarından biri.  Çocuklara resim ya da heykel sanatını sevdirmek için yazılan pek çok kitaptan farklı olarak "klasik" değil "çağdaş" sanat yapıtlarını öne çıkaran katalog kıvamındaki bu kitap Türkiye'de özellikle son on yılda yapılan sanatsal işler ve bu işlerin sanatçılarını  tanıtıyor.
Belki beş yıl önce, İstanbul Modern'de Serkan Özkaya'nın "Pastacı Yamağı"nı görmüştüm. Fotoğrafını çekmek iznim olmadığından Pastacı Yamağı belleğimden siliniyordu gitgide; ta ki onu bu kitapta tekrar görünceye dek! Ayrıca Hüseyin Çağlayan'ın Mekandan Yolculuğa adlı ilham verici animasyonlu, özel uzay kapsülü tasarımlı projesi de kitapta yer almış. 

Andy Warhol ve Jean Baudrillard'ın sanat görüşlerine yani  "simülasyon"lara olumlu bakmayanlar için çağdaş sanatın "performans" destekli imgesel ürünleri "işgüzarlık"tan başka bir şey değildir. Ne Andy Warhol gibi çağdaş sanatı hiçleştirenlerden olmayı kabul edebilirim  ne de resim ve heykeli endüstriden tümüyle uzaklaştırmayı başarabileceğimize inanırım. Bildiğim, çağdaş sanatın içinde de özgün ve özgün olmayan yapıtların varolduğudur;  tıpkı klasik sanatta olduğu gibi... 

17 Eylül 2013 Salı

KAFAMDAN VAPURA BİNMİŞ KAFKA ÇIKTI!




"Yine Kafka aldım, yine okuyamadım. Sevemedim gitti bu adamı!" dedi. Hayretle ona baktım.
Dönüp gitti, ben de işime döndüm.
Önümde dizüstü bilgisayarım, çaprazımda masaüstü bilgisayarım açıktı. Birinden bir şeyler okuyor ötekine yazıyordum; çünkü birinde internet vardı ötekinde yoktu. Sanki ikisinden okuyor, ikisine yazıyordum; birbirlerine karıştılar. Bir ekrandaki tümce öteki ekrana atlıyor; sözcükler anlamlarını ve biçimlerini hızla yitiriyorlardı. Israrla bütünledim onları, susturdum, dindirdim...
Kafamdan Vapura Binmiş Kafka çıktı. " Şato'ya az kaldı!" dedi, "Davanın görülmesi pek yakın!"
Kim sevmez Kafka'yı? O ki bakar da okurun kaotik yaşamına, yapıştırır abartılı vaatlerini: Şato'ya az kaldı!




13 Haziran 2013 Perşembe

ÖĞÜT VERME SEV

Öğütler, genelde bizden yaşça küçük insanlara verdiğimiz, istenmeyen armağanlardır. Bize verilen öğütler ve bizim verdiğimiz öğütlerin yapısı "istenmeyen hikmetler" içermeleri bakımından benzerdir. Fakat kaçımız bize verilen öğütleri dinleriz? Kaçımız yaşantımızı bu öğütler üzerine inşa ederiz? "Bana biraz öğüt verir misiniz?" ricası kaç kez ağzımızdan çıkmıştır?
Danışmaksa başka bir eylemdir. Bile isteye bir kişinin ayağına, kapısına gideriz ve ondan bize yol yordam göstermesini isteriz. Bilinçli ve gönül rızasıyla yapılan bu iş, yolumuzu aydınlatır, içimize su serper. Kimi zaman bir sohbetin arasında birinin ortaya söylediği bir söz, iddia ya da deneyim bize hoş, ilgi çekici gelebilir. Gönüllü olarak seçtiğimiz tüm bu sözler, tıpkı bir kitap okurken altını çizdiğimizi satırlar gibi belleğimize yazılır. Hele de kitap okuyan insanlar  sohbetten satır çıkarmaya bayılırlar.
Bazılarımız danışma işini abartır; yaşamındaki tüm önemli kararları bazı insanların belirlemesini isteyecek kadar "danışıcı" kalır. Yaşamın "özgün" olması gerektiğini kavrayamamış insanlardır onlar. Sürekli danışılan kişiler pek memnundur bu halden; çünkü kendisine her danışıldığında ne denli güvenilir ve akli yaşadığına emin olurlar. Bir tehlikesi vardır bu işin.  Sürekli danışılan insanlar, bir süre sonra herkesin kendisine danışmasını isteyebilirler. Sürekli parmak sallayan, doğruyu ve yanlışı kesin biçimde ikiye ayırıp duran nemrut insanlara dönüşebilirler.
Öğüt duyduğunda kıyı bucak kaçan gençlik, daha çok dolaylı yoldan yönlendirilmeyi arzular. Severek, hayranlık duyarak baktığı kimselerin sözlerini bir ders gibi ezberler. Parmak sallayıştan, sürekli yargılanmaktan rahatsız olan gençler, asilik kadar özgüveni de çağrıştırmalıdır. Çağdaş toplumlar böylesi gençliği özlemelidir. Öğüt değil sohbet seven, birilerinin  yargılamalarına boyun eğerek  değil birilerine danışarak ya da birilerinden ilham alarak yaşamını biçimlendiren gençler mutlu ve özgür olmayı seçmişlerdir çünkü. Mutlu ve özgür gençler, iyiyi ve kötüyü cetvelle ayırmak yerine pek çok iyinin bir arada olabileceğini kavramış çağdaş toplumları oluştururlar. Kendisine sürekli danışılmasını isteyenlerin hüküm sürdüğü toplumların gençleri, "özgüvenli" değil "asi" olarak kodlanıp "eğitilmeye muhtaç" bireyler olarak görülmeye devam ederler. Devir değişiyor danışılanlar! Sohbetiniz acı, yargılarınız kılıç kadar keskin olacaksa, yarının yetişkinleri sizi yanlarında istemeyecekler.

11 Mart 2013 Pazartesi

TANPINAR ROMANCILIĞI: SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ




Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet sonrası edebiyat tarihçiliğimizin kurucusudur diyebiliriz. Özellikle divan edebiyatı; Tanzimat, Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati dönemi edebiyatımızın şair ve yazarlarına nesnel bir gözle bakabilmemiz adına önemli  bakış açıları geliştirmiştir. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, akademik bakımdan henüz aşılamamıştır.

Ahmet Hamdi Tanpınar her şeyden önce ufuk açıcı bir akademisyendir. Bence en önemli yanı da budur. Ne şiiri ne romanı ne de öyküsü bu yönünün önüne çıkabilmiştir. Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecinde olup bitenleri, gerçekleşen sanat hareketlerini derin bir edebiyat, toplumbilim ve güzel sanatlar bilgisiyle yorumlamıştır.

Tanpınar’ın şairliği, istediği ölçüde gelişememiştir. Bunun nedenini onun günlüklerinde bulabiliriz. Hilmi Yavuz “Okuma Biçimleri”nde Tanpınar’ın Yahya Kemal’i bir baba olarak gördüğünden söz eder. Oysa her şair babası gibi gördüğü “büyük şair”i aşmak için onun gölgesinden çıkmalıdır. Tanpınar, bu gölgeden çıkamamış; şiirde dilediği sıçrayışı yakalayamamıştır. Şairliğin doğasında, rakip kabul etmeme vardır; hatta divan şiirinde “rakip” meselesi her zaman gündemdeki yerini korur. Şair ne diğer şairleri ne de aşık olduğu sevgiliye aşık diğer kişileri hoş görür. Tanpınar, Yahya Kemal’i hem baba hem aşılmaz bir rakip olarak algılamıştır.

Tanpınar, akademisyenliğinin yanı sıra öykü ve roman yazarıdır. Ben öykücülüğünün, romancılığından daha değerli olduğunu düşünürüm. Bunun temel nedeni Tanpınar’ın romanlarında bir takım “teknik” eksikler olmasıdır .
 Roman türünden beklediğimiz birtakım öğeler vardır. Bu öğelerden ilki karakterdir. Romanda, tiyatroda olmasını yadırgamadığımız tip kavramının romanda olmaması gerekir. En azından baş kişiler karakter düzeyinde olmalıdır. Tanpınar ise kişilerini tipleştirir. Örneğin Huzur romanındaki kişiler belirli düşünceleri üstlenmiş insanlardır: Doğucu, Batıcı, liberal, sosyalist, materyalist gibi… Romanda aradığımız bir diğer öğe yine karaktere bağlı olarak geliştirilen nesnel, yani evrensel bakış açısıdır. Ne de olsa romanlar, tüm insanlar insan için yazılır. Bu nedenle Balzac’ı, Kafka’yı ya da Woolf’u yadırgamayız. Bu tür yazarların romanlarındaki karakterler, her kültürdeki insanın kendine benzer yanlar bulabileceği nitelikler taşır. Oğuz Atay’ın Tutunamanlar romanındaki ana kişiler karakter düzeyindedir. Turgut Özben'in neden değiştiğinin yanıtı da Selim Işık’ın neden intihar ettiğinin yanıtı da romanda gizlidir. Onlar yaşayan, gerçek insanlara benzerler. Huzur’da ise kişiler sürekli dünya meselelerini düşünen, ülkenin ya da dünyanın kurtulması için tezler üreten ve bu tezleri tartışan insanlardır. Üstelik bu kişiler genellikle erkektir. Tanpınar’ın romanındaki kadınlar çoğunlukla aşık olunan, ulaşılmaz tiplerdir. Saattleri Ayarlama Enstitüsü romanı da Huzur’dan farklı değildir; hatta Huzur romanında olduğundan çok daha fazla tip yaratılmıştır bu romanda. Romanın baş kişileri Hayri İrdal ve Halit Ayarcı, toplumun, farklı ekonomik koşulların yahut politik güçlerin yönlendirdiği insanlardır. Kişilerden biri güçlü, öteki zayıftır. Her ikisi de kapalı karakterdir. Tesadüflere, yönlendirmelere çabuk teslim olurlar.  Yazgı onlar için neyi öngörüyorsa onu yaşarlar; yaşamlarında yarattıkları değişikler okura inandırıcı gelmez.
Tanpınar romanlarında Doğu-Batı çatışması üzerine tezler geliştirir. Oysa roman tez taşımamalıdır. Bizim edebiyatımızda Doğu-Batı çatışmanın niçin bu kadar çok ele alındığından çok bunun nasıl gerçekleştirildiğinden söz etmeliyiz. Rus edebiyatında da aynı çatışma  ele alınır; ama bu çatışmaya genellikle insan hikayeleri üzerinden açıklık getirilir. Örneğin Anna Karenina romanında sanayileşme devriminden uzak duramayan Rusya anlatılsa da biz en çok Anna’yı tanırız ve bizi en çok o ilgilendirir. Dostoyevski’nin 1800’lerde yazdığı Yeraltından Notlar’da da aynı durum söz konusudur. Batı tipi yaşantının sızdığı Rusya’da yalnızlaşan ve açmazlara düşen bir aydın anlatılır Yeraltından Notlar’da; fakat biz tezden çok romanın ana karakterinin yaşadığı sıkıntılara dikkat kesiliriz. Ne yeyip içtiği, kimlerle görüştüğü, gündelik yaşamını nelerin çevrelediğine odaklanırız.

Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bürokrasiyi, kurumsallaşmayı anlayamayan insanlarımızı anlatır.Yolsuzluğa, adam kayırmacılığa dikkat çeker ancak ortada gündelik yaşamını gördüğümüz karakterler yoktur. Onun kişileri sanki yemek yemez, uyumaz,hiç aylaklık etmezler. Onun kişileri dünya meselelerinden başka bir şey düşünemeyen; aşkı bile bir ödev gibi yaşarlar.
Edebiyat yararcı, eğitici ya da yönlendirici olarak betimlenmemelidir. Edebiyat tıpkı resmi gibi müzik gibi bir sanattır. Romanda tez olmaz bu yüzden. Saatleri Ayarlama Enstitüsü; aydın, edebiyatı ve toplumu çok iyi bilen Tanpınar’ın romanıdır. Fakat bu nitelikleri bile onu, gerçeğe yakın insan hikayesi yazan bir yazar yapmaya yetmez.

Not. Bu yazı, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” üzerine gerçekleştirilen bir proje için benimle gerçekleştirilen bir video röportaj kaydından derlenmiştir.



KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI

Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...