Yatak bazaları icat edilmemişti o zamanlar. 1980'lerin sonlarıydı. Lyon'daki küçük evimizde, siyah kadife örtülü yatağımın altında kırmızı bir oyuncak sepeti vardı. Sepetin içi vinçler, barbie bebekler, ayılar, legolar, arabalar, hatta oyuncak saydığım kitaplar, dergilerle doluydu. Hava yağışlı ya da soğuk olduğunda dışarı çıkmak yerine yatağın altına eğilir, oyuncak sepetini çekerdim önüme. Oyuncaklardan birini ya da bir kaçını seçip dışarı çıkarır, evirir çeviriridim. Önce kuracağım oyunu düşünür, zaman yitirmeden oyuna başlardım: Mesela bir adamı vinç ezmek üzereyken, bir ayı gelip onu kurtarıyor. Ya da bir ayıyı vinç ezerken bir adam gelip onu kurtarıyor. Legolarla evler, okullar, köprüler, bahçeler yapardım. Oyun bitip de gerçek hayata çağrıldığımda veya gerçek hayatı özlediğimde oyuncakları aldığım yere koyar, sepeti yatağın altına iterdim.
Bazen yağmur yağardı. O zaman pencerenin tam önündeki koca masaya kurulurdum. Annemin evde hiç eksik etmediği teksir kağıtları ve keçeli kalemlerle resimler çizer, yazılar yazardım. Seçtiğim keçeli kalemi ve teksir kağıdını evirip çevirirdim. Önce yazacaklarımı düşünür zaman yitirmeden yazmaya, çizmeye başlardım: Mesela bir adamı vinç ezmek üzereyken, bir ayı gelip onu kurtarıyor. Ya da bir ayıyı vinç ezerken bir adam gelip onu kurtarıyor. Sözcüklerle evler, okullar, köprüler, bahçeler anlatır; çizgilerle ressamlara öykünürdüm. Yazma, çizme işi bitip de gerçek hayata çağrıldığımda veya gerçek hayatı özlediğimde yazdığım ve çizdiğim teksir kağıtlarını masaya bırakır giderdim. Fakat onları sonra ne yaptığımı hatırlamıyorum. Annem toplar atar mıydı hiç bilmem. Oyuncaklardan bugün hala duranlar var; ama yazdıklarımdan hiçbiri yok elimde.
İnsan çoklukla değişmiyor. Oyuncak sepetim yok ama kağıt kalemim hala var. O günlerden bugüne fark eden şu ki artık yazdıklarımın nerede olduğunu biliyorum, yazdıklarımı kaybedersem üzülüyorum. Oyuncak sepetinin yerini ne mi aldı? Tiyatro, sinema, resim, yontu... Yani görsel sanatlar... Peki beni sık sık çağıran ya da özlediğim gerçek hayat ne? Onun adı bilim. Sanat ve bilim arasındaki gelgitli hayatımı seviyorum. Teksir kağıdı ve keçeli kalemi bilemem ama keşke herkesin her yaşta bir oyuncak sepeti olsa.
8 Haziran 2012 Cuma
12 Mayıs 2012 Cumartesi
KAFKA SEN NORMAL DEĞİLSİN.
Sanat yapıtının değeri çevresine verdiği esinle ölçülür. Mimarlar, yontucular, ressamlar ve nihayet yazarlar, esinlendi Kafka'dan. Kafka'nın biçemine dudağı uçuklayan eleştirmelerin, bu biçemden neler alabilirim diyen yazarların dışındaki okurlar Kafka'dan yazınsal değil yaşamsal esinler bulur. Onu bulduğunda eline reçete tutuşturulmuş sanır. Yüzünde şaşkınlık, alaycı bir gülüş... Yazara "Nasıl yazdın bunu?" diye sorar, "Sen normal değilsin,"der. Kime nasıl anlatacağını bilemediği bir yaşam tarifi bulduğu için sevinçten havalara uçmaktadır okur.
Kafka'nın romanları ve öyküleri birleştiğinde oluşan tarif hiç de sevimli değildir oysa:
Dünya adil olmayan, bir puslu diyardır.
Dava romanı , insanın ölene dek, fırlatıldığı dünyada başıboş dolanıp durduğunu anlatır.
Şato, dünyadan başka gidecek yerimiz olmadığını kulağımıza fısıldar.
Dönüşüm, düzendeki yalnızlığımızı kabullenmemizi sağlar.
Amerika, sıkışıp kaldığımız dünyada zalimin eline düştüğümüz gerçeğini söyler.
Kafka'nın tarifleri bu kadar karanlıksa okur neden sevinçten havalara uçar? Çünkü "anlamak" mutluluk getirir. Yaşam tarifi, nasıl yaşayacağımız değil yaşamın ne olduğu bilgisini içerir. Uyanık okur, yaşamın nasıl yaşanması gerektiğini değil yaşamın ne olduğunu anlatan yazarları bulup okur. Bulunca, o yüzden böyle sevinir.
Kafka'nın romanları ve öyküleri birleştiğinde oluşan tarif hiç de sevimli değildir oysa:
Dünya adil olmayan, bir puslu diyardır.
Dava romanı , insanın ölene dek, fırlatıldığı dünyada başıboş dolanıp durduğunu anlatır.
Şato, dünyadan başka gidecek yerimiz olmadığını kulağımıza fısıldar.
Dönüşüm, düzendeki yalnızlığımızı kabullenmemizi sağlar.
Amerika, sıkışıp kaldığımız dünyada zalimin eline düştüğümüz gerçeğini söyler.
Kafka'nın tarifleri bu kadar karanlıksa okur neden sevinçten havalara uçar? Çünkü "anlamak" mutluluk getirir. Yaşam tarifi, nasıl yaşayacağımız değil yaşamın ne olduğu bilgisini içerir. Uyanık okur, yaşamın nasıl yaşanması gerektiğini değil yaşamın ne olduğunu anlatan yazarları bulup okur. Bulunca, o yüzden böyle sevinir.
6 Mayıs 2012 Pazar
DEVLET TİYATROLARININ ÖZELLEŞTİRİLMESİNDEN SÖZ EDİLİYOR.
Devlet tiyatrolarının özelleştirilmesinden söz ediliyor. Tuhaf. Yeni devlet tiyatrosu binalarının açılmasından söz edilmesini isterdik. On yedi ilde devlet tiyatrosu var. Bunların tümünün canla başla çalıştığını söylemek olanaksız. Faturayı oyunculara çıkarmaksa herhalde en büyük hatadır.
Ankara'da öğretmenliğe başladığımda çok az maaşla çok şey yapmaya çalıştığım zamanlarda dört liraya gittiğim Suç ve Ceza oyununu hatırlıyorum. Opera'daki Büyük Tiyatro'daydı. Ön
sıralardaydım. Öğrenciler, memurlar, öğretim üyeleri, sanatçılar ve kimbilir daha hangi mesleki ve kültürel yapıdan izleyenler vardı. Üç perdelik bu uzun oyun hepimizi büyülemişti. Belki beş kez okuduğum bu roman sahnede ete kemiğe bürünmüştü. Raskolnikov koca köprünün bir atında bir üstünde telaş içindeydi.
Petroviç rahat vermiyordu bir türlü. Sonya'yı İpek Çeken oynuyordu. Ne kadar da güzeldi! Sonya gibi içtenlikli, duru... Yeniden görmek istemiştim oyunu. Fakat bir daha bilet bulamadım.
Devlet tiyatrolarında oynanan oyunları ikinci kez görmeniz kolay değildir. En son Erdal Beşikçioğlu'nun oynadığı "Bir Deli'nin Hatıra Defteri"ne bilet bulma derdi yaşadığını biliyorum. Ankaralıların. Bir arkadaşımın babası sabahın beşinde bilet almaya gitmiş; bakmış ki bilet gişesinin önünde iki öğrenci kağıt oynayarak gişenin açılmasını bekliyorlar. Geceyi gişe önünde geçirdikleri her hallerinden belli oluyormuş.
Ve devlet tiyatrolarının özelleştirilmesinden söz ediliyor.
Bir cumartesi günü çok canım sıkkındı. Herkese çok kızgındım. Aklıma "Fosforlu Cevriye"ye bilet aldığım düşmüştü. Koşar adım Akün'e varmıştım. Şarkılar, danslar ve dünyanın iyi bir yer olduğuna inanıldığına dair argümanlar... Mutlu olup eve döndüm. Kızgınlıklarım geçti.
Evet, devlet tiyatrolarının özelleştirilmesinden söz ediliyor.
Milliyetçi söylemlere battığımız yılardı. Televizyonlar düşman halklardan, düşman dinlerden söz ediyordu. Büyük Tiyatro'da "Rembetiko" vardı. Gidip karıştık eski günlere. Marika ağladı, biz de ağladık onun yazgısına.
Çok sevdiğim lise öğrencilerim vardı. Onları kaynaştırmak için, onlara hediye olması için, dünyayı sevmeleri, güzel söylemeleri, güzel düşünmeleri için onları tiyatroya götürürdüm. Perde arasında çay içerdik, güzel anılar biriktirirdik.
Devlet tiyatrolarının özelleştirilmesinden söz ediliyor.
Tiyatro bizim gibiler için "vazgeçilmez" bir yaşamsal gereksinme. Yaşamımızın içinde, günlerimize çoktan sızmış. Sartre'ın Yıkılış romanında Gomez diyor ki: Sanat her şey değilse, yalnızca bir gönül eğlencesidir. Anlıyoruz ki bazıları için tiyatro sadece bir gönül eğlencesi, her şey değil. Yazık ki bu "bazıları" tiyatronun yazgısını tayin ediyor.
Sanatın her şey olması ne demektir? Sanatı dışarıda tutamamaktır. Sevinç ve acımızda ona yönelmektir; onun da bize bakması, sahip çıkmasıdır.
Halkın estetik algısını taze tutan, onun muhalif söylemine dil olan tiyatro, zengin eğlencesi zannedilerek özelleştiriliyor. Tiyatro sağ duyudur, parayla ilgisi yoktur. Ne para kazandırır ne para odağı haline gelebilir. Sadece devlet tiyatroları değil halkın sağ duyusu da özelleştiriliyor. İsteniyor ki herkes televizyon izlesin. Ne isteniyorsa onunla eğlenilsin, o düşünülsün. Ne Suç ve Ceza ne Fosforlu Cevriye ne Rembetiko derdidir özelleştiricinin. O zaman gelsin Survivorlar gitsin evlenme programları.
Devlet tiyatrolarının özelleştirilmesi konuşuluyor. Ne marifet!
Fotoğraf: Suç ve Ceza/ Ankara Devlet Tiyatroları
4 Nisan 2012 Çarşamba
KENTLERDEN GİTMEYİN
Kent, hepimizi içine alır. Biz onu içimize alamayız; çünkü o çok büyüktür. Bir gün kentin bir sokağını, bir mağazasının vitrinini, bir telefon kulübesini, bir okulunun bahçesini sığdırırız içimize. Kent, bitmez; tıka basa doludur: İmgeler, nesneler, kişiler, binalar üşüş üşüş üstümüze... Ponty gibi düşünüyorum: Nesneler önemsiz değil, doğa kadar değerli bizim için. Modern zamanların çocukları olarak nesneleriyle zenginleşmiş kentleri seviyoruz, onları kasabalara tercih ediyoruz.
Woody Allen en çok New York'u anlattı. Balzac Paris'tir. Saint Petersburg, Dostoyevski'dir. Fransız yazar Michel Butor en çok Roma'dır. İstanbul'suz Tanpınar olur mu?
Bazı entelektüeller, bazı sanatçılar, bazı bilim adamları çıkıp çıkıp gitmek istiyorlar bir kıyı kasabasına. Gitmeyin, bu kent sizlerle güzel, hep olduğu gibi. Bir gün kentler sadece turisitlere ve seyyar satıcılara kalacak. Üstelik biz gidince kasabalara, oralarda yapayalnız kalırız, makinesiz, nesnesiz, gürültüsüz, ıssız. Tıka basa dolu kentler, lunapark gibi kalsın daha güzel. Müzeleşmiş Avrupa kentlerini sevmiyorum, hayat yok içlerinde.
Ben de biliyorum çok gürültü var kentte; insan kafasını dinleyemiyor. İçimizde uzayan sessizlik bize yeter. Dışarıdaki sessizliği kent çocukları sevmez. Kentlerden gitmeyin sevgili dostlar. O sizlerle güzel.
Woody Allen en çok New York'u anlattı. Balzac Paris'tir. Saint Petersburg, Dostoyevski'dir. Fransız yazar Michel Butor en çok Roma'dır. İstanbul'suz Tanpınar olur mu?
Bazı entelektüeller, bazı sanatçılar, bazı bilim adamları çıkıp çıkıp gitmek istiyorlar bir kıyı kasabasına. Gitmeyin, bu kent sizlerle güzel, hep olduğu gibi. Bir gün kentler sadece turisitlere ve seyyar satıcılara kalacak. Üstelik biz gidince kasabalara, oralarda yapayalnız kalırız, makinesiz, nesnesiz, gürültüsüz, ıssız. Tıka basa dolu kentler, lunapark gibi kalsın daha güzel. Müzeleşmiş Avrupa kentlerini sevmiyorum, hayat yok içlerinde.
Ben de biliyorum çok gürültü var kentte; insan kafasını dinleyemiyor. İçimizde uzayan sessizlik bize yeter. Dışarıdaki sessizliği kent çocukları sevmez. Kentlerden gitmeyin sevgili dostlar. O sizlerle güzel.
13 Mart 2012 Salı
Masal Yaşı Geçenlere Masallar 6
Her yerden çok uzak bir ülkede herkesten uzak duran bir ressam yaşarmış. Çünkü uzaktan bakmayınca insanları da şeyleri de resimleyemeyeceğini düşünürmüş. Mesela bir elma çizecekse onu tuvalinden metrelerce öteye koyar, bir çiftçi çizmek isterse yaşadığı evin kuzey cephesindeki tarlada çalışan ve ancak karaltısını görebildiği bir çiftçiyi seçermiş. Manzara resmi tam ona göreymiş diyenlere söyleyelim, o ancak hiç görmediği yerlerin resmini yapabilirmiş.
Ressamın ününü duyan bir gezgin onunla tanışmaya gelmiş.
Gelmiş ki, ressamın evinde kendinin bir portresi var.
"Bu benim," demiş gezgin.
Ressam, "Sen değilsin o görmediğim bir kişinin resmidir, benzettin," demiş. "Evet ama," demiş gezgin, "Beni de görmemiştin, çizmişsin işte."
"Hayır!" demiş ressam, "Ben görmediğim şeyleri uzaktan çizerim; oysa sen geldin masalımı bitirdin, yakına gelince uzaktan çizdiğim adamın hikayesi yarıda kesildi. Masalımı bitirme!" diye bağırmış. Sonra sakinleşip "Bak bitirdin bile aslında; resme yakından bak lütfen," demiş gezgine. Gezgin resme yakından bakınca hiçbir şey görememiş. Boş bir tuval karşısında ışıldıyormuş. Ressam gezgine sırtını dönüp yeni bir resme başlamış.
Ressamın ününü duyan bir gezgin onunla tanışmaya gelmiş.
Gelmiş ki, ressamın evinde kendinin bir portresi var.
"Bu benim," demiş gezgin.
Ressam, "Sen değilsin o görmediğim bir kişinin resmidir, benzettin," demiş. "Evet ama," demiş gezgin, "Beni de görmemiştin, çizmişsin işte."
"Hayır!" demiş ressam, "Ben görmediğim şeyleri uzaktan çizerim; oysa sen geldin masalımı bitirdin, yakına gelince uzaktan çizdiğim adamın hikayesi yarıda kesildi. Masalımı bitirme!" diye bağırmış. Sonra sakinleşip "Bak bitirdin bile aslında; resme yakından bak lütfen," demiş gezgine. Gezgin resme yakından bakınca hiçbir şey görememiş. Boş bir tuval karşısında ışıldıyormuş. Ressam gezgine sırtını dönüp yeni bir resme başlamış.
2 Şubat 2012 Perşembe
İstanbul Girizgahı
Taksim Akbank Sanat'a bakarım önce. Yoklarım var mı yeni bir sergi diye. Varsa iterim kapıyı; yoksa gülümser geçerim. Cıvıltılı kalabalık solur ensemde; kalabalığın elleri sıvazlar sırtımı; özgür ve güvende hissederim kendimi. Mağazalara değil de onların duvarlarına bakarım; interaktif tiyatro, rock/jazz konser ilanlarına dikkatle göz gezdirir hatta bir delikanlıyı hemen o gece olacak bir dinletinin ilanını yapıştırırken izlerim. İstiklal'deki kitapçıları sevmem; Kadıköy'dekileri tercih ederim. Çok satanlara çok mesafelilerdenimdir çünkü; mesleki deformasyon... Haksızlık etmeyeyim YKY'ye uğrarım. Çocuk kitabı alırım, bir de şiir.
Konstantin Makovski ve Frida Cahlo/Diego Rivera sergilerini yad ederek Pera Müzesi'ne uzatırım başımı. Selamlaşırız; çağırır içeri, reddetmem. Kucağıma hediyeler bırakır da gönderir. Geri dönüp Galatasaray'a inerken sağdaki deftercime uğrarım. Bir defter alırım; kendime ve defter almayı hak eden güzel başkalarına. En son Simone de Beauvoir kapaklı saman sarısı bir defter aldım mesela; bir güzel başkasına verdim. Başkalarına kendimi saklıyorum sanıyorum böylece.
Cihangir arkamda kalmıştır çoktan; ama kahvelerin ve çayların hala içildiğini, sabah başlanıp akşama dek süren sohbetlerin olgunlaştığını ve bir hayat tanımına dönüştüğünü bilirim. Bir çırpıda inerim yokuşu. Ya yağmur yağmıştır ya da yağmayı vaad eder. Sonbahardır ve belki bahar. Arnavut kaldırımı yorar ayaklarımı. Ellerim cebimdedir artık; yağmur yağsa da olur yağmasa da.
Karaköy'e iner inmez sola dönerim. İstanbul Modern'e eskiden hoplaya zıplaya koşarken kaç zamandır mecburmuşum gibi giderim. Deneysel çalışmalarını giderek daha içtenliksiz bulduğum bu yer, yine de içimi ısıtır. Son zamanlardaki davranışlarını beğenmediğim bir akrabama oturmaya gider gibi olurum. Vazgeçilemeyen akrabanın penceresinden görünen sokağın sevilmesi gibi İstanbul Modern'in pencerelerinden görünen çoğu kez gri/yeşil çırpınan denize bakmayı severim. Bir resim bulurum yine de içime değen, karşısına dikilir dakikalarca bakar, zamanla ona değil kendime baktığımı anlarım. Muhakkak aklıma bir öykü yazmak gelir. Yarısını bilip öteki yarısını sırra gömdüğüm İlhan Berk, Cemal Süreya, Aydın Afacan şiiri dökülür ağzımdan. Az gelir hayat, daha çoğunu isterim.
Bir arkadaşım gelir yanıma; tünelden İstiklal'e birlikte döneriz. Uzun uzun konuşuruz; okuduğumuz kitaplar, dinlediğimiz şarkılar, izlediğimiz filmler random yöntemiyle görücüye çıkar.
Sonrası?
Bu girizgahın ardından İstanbul başka şeyler anlatır her seferinde. Biriktiririm anlattıklarını, hayat olur. Az gelir hayat çünkü, İstanbul'un verdiklerini eskiden yalnız Ankara'ya eklerdim. Şimdi bir de Mağusa'ya yetişiyor. Kim bilir daha sonraları hangi kentlere yetişir?
Ama bu girizgah olmadan olmuyor. Olsa da "olmuyor": Cihangir, Taksim, Pera, Galatasaray, Karaköy...
Konstantin Makovski ve Frida Cahlo/Diego Rivera sergilerini yad ederek Pera Müzesi'ne uzatırım başımı. Selamlaşırız; çağırır içeri, reddetmem. Kucağıma hediyeler bırakır da gönderir. Geri dönüp Galatasaray'a inerken sağdaki deftercime uğrarım. Bir defter alırım; kendime ve defter almayı hak eden güzel başkalarına. En son Simone de Beauvoir kapaklı saman sarısı bir defter aldım mesela; bir güzel başkasına verdim. Başkalarına kendimi saklıyorum sanıyorum böylece.
Cihangir arkamda kalmıştır çoktan; ama kahvelerin ve çayların hala içildiğini, sabah başlanıp akşama dek süren sohbetlerin olgunlaştığını ve bir hayat tanımına dönüştüğünü bilirim. Bir çırpıda inerim yokuşu. Ya yağmur yağmıştır ya da yağmayı vaad eder. Sonbahardır ve belki bahar. Arnavut kaldırımı yorar ayaklarımı. Ellerim cebimdedir artık; yağmur yağsa da olur yağmasa da.
Karaköy'e iner inmez sola dönerim. İstanbul Modern'e eskiden hoplaya zıplaya koşarken kaç zamandır mecburmuşum gibi giderim. Deneysel çalışmalarını giderek daha içtenliksiz bulduğum bu yer, yine de içimi ısıtır. Son zamanlardaki davranışlarını beğenmediğim bir akrabama oturmaya gider gibi olurum. Vazgeçilemeyen akrabanın penceresinden görünen sokağın sevilmesi gibi İstanbul Modern'in pencerelerinden görünen çoğu kez gri/yeşil çırpınan denize bakmayı severim. Bir resim bulurum yine de içime değen, karşısına dikilir dakikalarca bakar, zamanla ona değil kendime baktığımı anlarım. Muhakkak aklıma bir öykü yazmak gelir. Yarısını bilip öteki yarısını sırra gömdüğüm İlhan Berk, Cemal Süreya, Aydın Afacan şiiri dökülür ağzımdan. Az gelir hayat, daha çoğunu isterim.
Bir arkadaşım gelir yanıma; tünelden İstiklal'e birlikte döneriz. Uzun uzun konuşuruz; okuduğumuz kitaplar, dinlediğimiz şarkılar, izlediğimiz filmler random yöntemiyle görücüye çıkar.
Sonrası?
Bu girizgahın ardından İstanbul başka şeyler anlatır her seferinde. Biriktiririm anlattıklarını, hayat olur. Az gelir hayat çünkü, İstanbul'un verdiklerini eskiden yalnız Ankara'ya eklerdim. Şimdi bir de Mağusa'ya yetişiyor. Kim bilir daha sonraları hangi kentlere yetişir?
Ama bu girizgah olmadan olmuyor. Olsa da "olmuyor": Cihangir, Taksim, Pera, Galatasaray, Karaköy...
15 Ocak 2012 Pazar
İç Monolog 23
"Eimi çabuk tutup çantayı kapıp gitmeliyim. Beni görmeden, uyanmadan ortadan kaybolmalıyım. Uçak biletlerim cebimde, çantam kapının önünde, montum şimdiden sırtımda. Sabahtan beri biliyordum böyle heyecanlanacağımı. Donup kalacağımı biliyordum. Kapı önündeki çantaya bakakalacağımı, cebimdeki biletlerin tenimi yakacağını, içeride soluk alıp veren ev sahibim Latife Teyze'nin hala yaşayıp yaşamadığını kontrol etmek üzere yatak odasının kapısına kulağımı dayamak isteyeceğimi sezmiştim. Benden kira istemiyordu ne zamandır. Yanında kalmamı istiyordu sadece. Kimsesi yoksa bana ne? Hem nasıl kimsesi yok? İzmir'deki kızı ne güne duruyor? Şarkıcı olacağım diye İstanbul'a gitmişse, bir daha arayıp sormamışsa kimseyi, arayanları, karışmayın hayatıma diye paylamışsa ben ne yapayım? Bu eve geldiğimde öğrenciydim. Bu eve neden gelmiştim? Bu yaşlı kadının evi güvenliydi, hem sıcak yemeğim olur, eşya derdim olmaz diye gelmiştim. İçeride hırıltıyla nefes alıp veren bu kadın, anneanneciğimin eski bir arkadaşıymış. Ben onun yanında kalırsam hem ona can yoldaşı olurmuşum hem emekli maaşının yanı sıra bir geliri daha olurmuş. Nasıl da zor kabul etmişti. Ben istemem ayol evimde yabancı, demişti. Rica minnet gelip yerleşmiştim. Ev temizliği bana kaldı. Yemek de zamanla öyle oldu. Börek bile yapabiliyorum. Fakat akşamları yemekten sonra bana kahve yaptı hiç sektirmeden. Fotoğraf albümlerini birlikte karıştırdık. Eski plaklarını çaldı bana. Ama geç geldiğimde surat astı. Söylendi. Tuhaf ama erkek arkadaşımla tanıştı. Ona kendini sevdimek istedi. Kaya, alık bir çocuktu. Onu anlamadı. Soğuk davrandı ona hep. Senin ev sahibin aksi kadının teki, deyip durdu. Oysa Latife Teyze, sevdiği insanlarla da azarlayarak konuşur. Kaya'dan ayrıldığımda, Latife Teyze acıma ortak olmak yerine hiçbir şey olmamış gibi beni yemeğe götürdü. Yemekten sonra bana bir elbise aldı. Hiç açmadı o konuyu. Takside durup durup bana baktı ve saçlarımı uzatmamı istedi. Kıza benze biraz, dedi. Kaneviçe işlemeyi öğretti. Tıp fakültesini bitirmeden onun hastalıklarına çare olamayacağımı asla anlamadı. Bence biraz romatizma biraz da tansiyondan başka bir rahatsızlığı yoktu. Yıllardır kavga gürültü yaşayıp gittik; ama iyiydi. Ben son sınıfa geldiğimde hastalandı. Yüzü gülmez oldu. Giderek huysuzlandı. Her yaptığım dert oldu. Memlekete gitmeme izin vermedi. Gidersen dönemezsin dedi. Gidemedim. Annemler geldi. Onlar gelince onlara surat astı. Onları kıskandı. Annem, kızım artık çık şu evden, bu kadın seni bizden soğutuyor dedi. Bunu dediğini yüzümden okuyunca Latife Teyze suçlu suçlu baktı. İçin için ağladı. Sonra iyice hastalandı. Şu burs işi olunca da ilaçlarla ayakta durabildi. Amerika'ya gitmemem için her şeyi yaptı. Gavur mu olacaksın, diye sordu. Helal süt emmiş bir oğlan bulup evlenmemi, bir devlet hastanesinde işe girmemi buyurdu. Bu çağda Ankara'da bir devlet hastanesinde kadro bulmamın imkansız olduğunu anlamıyordu. Eninde sonunda gidecektim işte. Neden bu kadar kötü soluk alıp veriyor bu kadın? Gidip bir bakayım odasına. Hem uçağın kalkmasına daha dört saat var."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
KİRALIK KONAK: EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜR KADIN DÜŞMANLIĞI
Bizim edebiyatımızda kadının görünme biçimi başlı başına bir sorundur. Halk şiirinde ve divan şiirinde ideal kadın edilgin ve suskundur. Ta...

-
İçinde bulunduğumuz bunaltıcı ülke gündeminden uzaklaşmak niyetiyle ve başka gözlerle dünyaya bakma umuduyla kendimi deneme okumaya ver...
-
HOOGSTRATEN, Samuel van View of a Corridor c. 1670 Oil on canvas, 103 x 70 cm Musée du Louvre, Paris Ağaç kovukları, mağaralar ...